Türkiye ile Rusya’nın her alanda işbirliği yapmasını istiyordum ya.

Türkiye ile Rusya’nın her alanda işbirliği yapmasını istiyordum ya. Bu isteğim fazlasıyla gerçekleşiyor galiba. Ama son işbirliği konusu beni biraz düşündürüyor.

Başkan Medvedev, “Artık milisten vazgeçeceğiz, bizim de polisimiz olacak” dedikten sonra Rusya’da bu “reform” çok tartışıldı.

Pek çokları için tartışmanın en önemli sonucu şuydu: “Yalnızca adı değişecek. Eskiden milis dediğimiz insanlara artık polis diyeceğiz. Ve bu içi boş değişiklik için bütçeden dünyanın parası harcanacak.” (Maliye Bakanı Kudrin’e göre, reformun maliyeti 10 milyar dolardan fazla tutacak.)

*      *      *

Kremlin hiç de öyle olmadığını, söz konusu kararın amacının, isimden çok içeriğe yönelik olduğunu açıklamaya çalışıyor. 1 Marttan itibaren yürürlüğe girecek yeni yasa uyarınca, milis-polis kadrosunda yüzde 20 indirime gidilecek. Polis olmak ve terfi etmek için yeni sınavlar düzenlenecek. Yasalara uymayan, adı rüşvete karışan, disiplini bozan, halka gerektiğince hizmet etmeyen polisler şiddetle cezalandırılacak. Ve daha iyi bir polis kurumu için çeşitli mesleki eğitim programları uygulanacak.

İşte bu noktada duralım.

Ticari olarak artık birbirinin en iyi partnerlerinden olan Rusya ve Türkiye, siyasetten kültüre kadar bir dizi konuda işbirliği yapıyor. Son yıllarda iki ülkenin içişleri bakanları da sık sık bir araya geliyor. Terörizme, uyuşturucu kaçakçılığına, insan ticaretine ve başka organize suçlara karşı birlikte davranmaya çalışıyor.

Şimdi Rusya’daki “polis reformu”na bağlı olarak yeni bir işbirliği düzlemi yaratılıyormuş: “Yeni” Rus polisinin eğitilmesinde Türkiye’nin deneyiminden yararlanılması, hatta Rus polislerinin Türk eğitmenler tarafından kurslardan geçirilmesi gündemdeymiş.

*      *      *

Benim gibi hayatı Türk ve Rus polisiyle yaşadığı sıkıntılarla geçen birinin bir anda hazır ola geçerek bu işbirliğini selamlaması biraz zor. İsterseniz “kişisel takıntı” deyin.

Neredeyse çocukluk yaşlarında “devrimcilik” yapmaya başlayan bir insanın polisle arasındaki ilişkinin nasıl olabileceğini düşünün. Yaşadığınız göz altı ve çeşitli “nazik karşılaşma ve diyalog” şekillerini, birçok arkadaşınızın tutuklanma, coplanma, dövülme, işkence görme sahnelerini aradan uzun yıllar geçtikten sonra bile rüyalarınızda görünce sıçrayarak uyanıyorsanız, duygularınızın nasıl şekillendiğini anlamaya çalışın.

En basit durumda, mesela, bir trafik kontrolünün veya yolda gördüğünüz bir polisin bile sizde olağanın üstünde bir rahatsızlık hali yaratmasının, geçmişe dayanan psikolojik izlerini bir sorgulayın.

Ve önce Sovyet, sonra Rus sokaklarındaki polis, pardon milis denetimlerini, yapış yapış gülümseme eşliğinde alınan ve verilen rüşvetleri, sıradanlaşan ırkçı uygulamaları, bazen tartaklamaları, en uzak bir kibarlıktan bile nasip almamış kimlik kontrollerini, gümrükte her seferinde kendinizi bir suçlu olarak hissetmenizi mükemmel bir alışkanlıkla başaran o insanların yıllarla beraber size hediye ettiği duyguları bir düşünün. Onları, en zararsız hallerde bile, bir yerlerde görünce, “acaba değiştirilebilecek bir yolum var mı?” refleksinizin canlanmasını aklınıza getirin.

Ve bütün bunlardan sıyrılıp, şimdi bu iki “güzide” kurumun işbirliği yapmasına sevinmeyi deneyin.

Rusya ve Türkiye’de bazen muhalefetin en zararsız gösterilerini bile “orantısız bir güç kullanarak” ve sanırım “büyük keyif alarak” bastıran Rus ve Türk polisinin kucaklaşmasına alkış durun.

*      *      *

Tam da bu kucaklaşma haberini aldığım sırada, masamda duran gazetedeki iki haberi inatla görmezden gelerek yazımı bitirmeye çalışıyorum şimdi.

(Birincisi, “şanlı gelenekler” boyutundan bir örnek: Başbakan Erdoğan’ın Cumartesi Anneleri ile yaptığı görüşmenin kahramanı olan 103 yaşındaki Berfo Nine’nin 31 yıldır “kayıp” olan oğlu Cemil Kırbayır’ın 12 Eylül’den hemen sonra Emniyet’in üçüncü katından atılarak öldürüldüğünün ortaya çıktığı haberi. İkincisi de, günümüzden “bir sıradan haber”: Cep telefonuyla konuşurken kimlik soran polise “Bir dakika” dediğinde “Polis senin keyfini mi bekleyecek?” diye azarlanan, zorla ekip otosuna bindirilerek “Merkez’e” götürülen, şikayet etmesine bile fırsat verilmeden sorgulanan ve soyularak aranan, üstüne üstlük para cezasına çarptırılan bir aydın yurttaşımızın öyküsü…)

(Neyse, ben üzerinde durmuyorum; siz de aldırmayın şimdi böyle şeylere.)

Dedim ya, benim meselem “kişisel takıntı” boyutundadır herhalde. Siz boş verin.

Biz zamanında “Sovyetler Birliği” lehinde slogan attığımız için yerli polisimizden ne dayaklar yemiştik. Şimdi polisimiz, eski Sovyet, yeni Rus (eski milis, yeni polis) meslektaşlarını eğitecekmiş.

Ne güzel bir haber! Göz yaşartıcı bir gelişme!

Ne diyelim!.. Mutlaka yararı olur. Hem ikili işbirliği de zenginleşir.


Eski sevgili

Sevgililer Günü öncesinde yapılan bir ankete katılanların yüzde 57'si, bu günü kutlamaya niyetli olmadığını dile getirmiş. Ama bunun kutlamayı reddetmek olduğunu sanmayalım hemen. Sevgililer Günü’nü kutlamayanların yüzde 42'si buna neden olarak “sevgilisinin olmamasını” gösteriyormuş.

Ankette bu yüzde 42’nin içinde kaç kişinin hiç sevgili sahibi olmadığı, kaç kişinin ise sevgilisinden ayrıldığı yazmıyor...

         *       *       *

Bir 14 Şubat daha yaşadık ya...

Birçok şey konuşuldu ve yazıldı.

Ben bunları tekrar etmeyeceğim.

Dünya Sevgililer Günü’nün önemini falan anlatmayacağım size.

Roma’da 3. Yüzyıl’da hain İmparator Claudius’un zavallı Aziz Valentinus’u öldürtmesinden hiç bahsetmeyeceğim.

Sevgiliye alınması gereken hediyelerden söz etmek niyetinde de değilim kesinlikle.

Aragon’dan şiirler de okumayacağım.

Ben yalnızca bu günün fark edilmeyen mahsun gölgesine işaret edeceğim.

Sevgililer günü, aşk, mutluluk derken, varlıklarını nankörce unuttuğumuz birilerini hatırlatacağım: Eski sevgilileri.

         *       *       *

Bizi hatalarımızla seven, bazen değiştirmeye çalışan, çoğu kez bu hatalara yenilerini eklememize aracılık eden, birlikte olmaktan heyecan duyduğumuz, bize kendimizi daha iyi tanıtan, kapris yaptığımız, kaprisini çektiğimiz, kıskandığımız, bizi kıskanan, kavga ettiğimiz, özlediğimiz, kendisine döndüğümüz, bize tekrar kucak açan veya artık kabul etmeyen, isteyerek veya istemeden geride bıraktığımız eski sevgililerimizi...

Ama bu konularda konuşup yazmak o kadar zor ki... Ben işin kolayına kaçarak başka birisinin cümlelerini kullanacağım bunun için.

Hayır, Murathan Mungan’ın Maskeli Balo’sundaki

Yaredir sinede eski sevgili

Ne yapsan kolay unutulmaz

Ağlama geçmişe yaşadık bitti

Anılar bizi yalnız bırakmaz

dizelerine sığınmak değil niyetim.

Yıllar önce “uygarca” (!) ayrılıp kendisiyle “arkadaş” (!) kaldığımız zeki ve şakacı bir kadının bana gönderdiği ve yaşı geçmiş bütün bekârlara yönelik iğneli, hatta çuvaldızlı bir anonim “sevgililer günü kutlaması” (!) mektubunu sizlerle paylaşmak istiyorum.

 

BEKÂR ERKEĞİN BİR GÜNÜ

 

Gazı açıp tavayı koyacaksın.
İki adet yumurta alacaksın.
Birini yere düşüreceksin.
Pencerenin önüne gidip bir sigara tellendirerek gençliğini hatırlayacaksın.
Bu arada ekmek almayı unuttuğunu fark edeceksin.
Bunları düşünmeyi bırakıp tavaya uzanacaksın.
Elin yanacak.
Küfür edeceksin.
Son yumurtayı bir kenara bırakıp makarna paketine sarılacaksın.
Sonra yumurtalı döşemeyi temizlemeye kalkıp bir bez arayacaksın.
Bez bulamayınca gazete kullanmaya karar vereceksin.
Kullanmak istediğin gazetedeki bir ilana takılacak gözün.
Orada tanışmak isteyen bir kadının adını okuyacaksın.
Sonra gazetenin geçen yıldan kalma olduğunu görüp sinirleneceksin.
Odaya geçip kız arkadaşının telefonunu çevireceksin.
Tam onu bir restorana davet etmeye hazırlanırken kendi kendine “değer mi?” diye sorup vazgeçeceksin.
Ekmek almak için bakkala gideceksin.
Dönerken yolda köpeğiyle gezen güzel bir sarışına rastlayacaksın.
Köpeğin hoşuna gideceksin.
Sarışının hoşuna gitmeyeceksin.
Sıkıntını dağıtmak için sinemaya gireceksin.
Filmin ortasında makarnayı ateşte unuttuğunu düşünerek telaşla eve döneceksin.
Ocağı yakmadığını göreceksin.
Yemek tarifi kitabının yardımıyla başarısız bir deney daha yapacaksın.
Bu arada camları temizlemek gerektiğini düşüneceksin.
Sonra tatil günlerinin geçmek bilmediğini tekrarlayacaksın kendine.
Kızının doğum günü olduğu aklına gelecek, telefona sarılacaksın.
Doğum gününün bir ay önce olduğunu hatırlayıp duracaksın.
Televizyonu açacaksın.
Uzun süre ekrandakinin film mi, haber mi, reklam mı olduğunu anlamaya çalışacaksın.

“Televizyonunuzu kapatmayı unutmayınız” yazısını görünce bu çabandan vazgeçeceksin.

 

Acıktığını hatırlayacaksın.

 

Hâlâ hislerinin seni uyardığı üzerine keyifle felsefe yapacaksın.

Işığı kapatacaksın.

Yatağa gireceksin.

Soyunmadığını fark edeceksin.

Bir haftadır aynı giysilerle dolaştığın aklına gelecek.

İlk aşkın canlanacak gözünde.

Ama yüzünü tam çıkaramayacaksın.

Küçükken ne olmak istediğini hatırlayacaksın.

Doğum gününün yaklaştığını düşüneceksin.

“Erkekler ağlamaz” sözü yankılanacak kulaklarında.