Türkiye eğitiminin dönüştürülmesinde son aşama
AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılından bu yana eğitim sistemi, 16'ncı kere değiştirilmiştir. Hatta halen bakan olan Ziya Selçuk, "bu kez oyunun kurallarının mümkün olduğunca değiştirilmeyeceğini" belirterek son değişikliği açıklamıştı. Aslında bu değişimler, eğitimde yaşanan temel hedef değişimini perdelemiştir.
Bahadır Aydın
Elbette günümüzün uzaktan eğitim sürecinde kullanılacak araçlar ve internete erişim üzerine yapılan tartışmalar, eğitimde fırsat eşitliği boyutunda çok önemli tartışmalardır. Ancak eğitimde yaşanan ve pandemi dönemi farklı konularda yürüyen tartışmalar, eğitimde yaşanan diğer tartışmaları gündemden çıkarmış görünmektedir. Oysa, yüz yüze eğitim kararlarının ardından eğitimde yaşanan dönüşümün ve sorunların yeniden ele alınması gerekmektedir.
AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılından bu yana eğitim sistemi, 16'ncı kere değiştirilmiştir. Hatta halen bakan olan Ziya Selçuk, "bu kez oyunun kurallarının mümkün olduğunca değiştirilmeyeceğini" belirterek son değişikliği açıklamıştı. Aslında bu değişimler, eğitimde yaşanan temel hedef değişimini perdelemiştir. Cumhurbaşkanı’nın en son “Hükümet olmakla muktedir olmak, muktedir olmakla iktidar olmak arasındaki farkı iyi biliyorsunuz. Gerçek iktidarın fikri iktidar olduğunu iyi biliyoruz. Tek tek bireylerden başlayarak, toplumun tamamına uzanan fikri iktidar yolu zor ve zahmetli bir süreçtir. Kendimi bu konuda mahzun hissediyorum” “… fikri iktidarımızı hâlâ tesis edemediğimiz kanaatindeyim. Hiç kimsenin bu fikri iktidar arayışından rahatsız olmaması gerekir” ifadeleri bu tespiti doğrulamaktadır.
Cumhurbaşkanının bu açıklamalarını doğru analiz için yaşanan dönüşümde gelinen noktayı tespit etmek oldukça önemlidir. Buradan geleceğin tahmini biraz daha anlamlı olacaktır.
1982 Anayasası'nın bile daha başlangıç kısmında “… ve laiklik ilkesinin gereği olarak kutsal din duygularının, Devlet işlerine ve politikaya kesinlikle karıştırılamayacağı” vurgusu yapılmış; 14. Maddede ise “…demokratik ve lâik Cumhuriyeti ortadan kaldırmayı amaçlayan faaliyetler biçiminde kullanılamaz” denilerek, Türkiye’nin aslında 2. Maddedeki “demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti” olduğu vurgusu tekrarlanmıştır.
Bu vurgulamanın geçerliliğinin analizini yapmak ve eğitimin içinde bulunduğu sorunların temelini anlamak için çok kısa bir tarihsel bakış yeterlidir. Türkiye’de planlamanın ciddiye alındığı dönemlerde kamunun eğitime bakışı zamanla nasıl değişmiştir sorusu aslında her şeyin özetidir.
Aslında eğitimde bugün yaşadığımız dönüşümün ilk kıvılcımları 1950’lerde çakılmıştır. 1946’da çok partili hayata geçişle kurulan Demokrat Parti (DP) ile beraber “din eğitimi” sürekli tartışma konusu olmuştur. Aslında Cumhuriyet döneminin ardından eğitimde ilk ciddi dönüşüm DP döneminde yaşanmıştır. DP, CHP döneminde açılmış olan Halkevleri ve Halkodaları ile ideolojik amaçlı kuruluşlar olarak tanımladığı Köy Enstitülerini kapatarak başlatılmış olan eğitim seferberliğinin önünü kesmiştir. Kısıtlı ve kontrollü olan din eğitimine serbesti tanınmış ve imam hatip okullarının açılması sağlanmıştır.
1960 sonrası özellikle Süleyman Demirel hükümetleri döneminde de imam hatip okullarının açılışı devam ettirilse de 1961 Anayasası’nın "Vicdan ve din hürriyeti" başlıklı 19. maddesinde yer alan "Din eğitim ve öğrenimi, ancak kişilerin kendi isteğine ve küçüklerin de kanuni temsilcilerinin isteğine bağlıdır" şeklindeki düzenleme ile isteğe bağlı bir dini eğitim süreci başladı.
1980 öncesinde hazırlanan IV. Kalkınma Planı Eğitim başlığında, “III. Plan döneminde de eğitime ayrılan kaynakların sınırlı olabilmesi, sosyal adaleti ve fırsat eşitliğini gerçekleştirecek bir araç olarak kullanılmaması ve eğitim içeriğinin ekonominin ve toplumun değişen koşullarına uyacak biçimde geliştirilememesi gibi sınırlamalar eğitimin tüm toplum kesimlerine dengeli ve verimli bir biçimde yaygınlaştırılmasını engellemeye devam etmiştir” denmektedir.
Aslında bir yanda eğitimde dinselleşme arzusu devam ederken, aynı anda sermayenin yeni yatırım alanı olarak eğitimin ticarileşmesinin de önü açılmaktadır. IV. Plan'ın aynı bölüm içinde “Bu olgu okul öncesi eğitimden başlayarak üniversitelere girişe kadar bulunan özel eğitim kurumları ve özel dershanelerdeki artışla kanıtlanmaktadır. Ortaokul ve lise düzeyinde devlet okullarında başarı oranı yüzde 70'in altında iken, kolejler ve özel okullarda bu oran yüzde 90'ın üzerindedir” tespiti yapılmaktadır. Bu tespitler aslında eğitimin kamusal alan olduğunun ve giderek ticarileştiğinin tespiti ve eleştirisidir (DPT, 1979:148).
Bu plan dönemine denk düşen 1982 Anayasası’nda bahsi geçen maddeler yanında, düzenlenen 24. Maddedeki “Din ve ahlak eğitim ve öğretimi Devletin gözetim ve denetimi altında yapılır. Din kültürü ve ahlak öğretimi ilk ve ortaöğretim kurumlarında okutulan zorunlu dersler arasında yer alır” ifadesi ile yeni bir dönem başlamaktadır.
Planlamanın artık sadece şekli hale dönüştüğü özellikle ANAP döneminden itibaren hazırlanan kalkınma planlarında eğitim, hedeflenen yeni iktisadi anlayışa, piyasaya göre dizayn edilmeye başlamıştır. Bunun en somut görüntüsü altıncı beş yıllık kalkınma planında yer alan “Üniversite-sanayi işbirliğini tesis edecek hukuki, ekonomik ve yapısal düzenlemeler geliştirilecektir. Üniversiteler bünyesinde müteşebbislik becerisini artırmak üzere uygulamalı eğitim programları düzenlenecektir” ve “Doktora ve master tez konularının öncelikle sanayinin ihtiyaçlarına yönelik olarak hazırlanması özendirilecektir” ifadelerinde yer almaktadır (DPT, 2006:295-296). Artık üniversiteler bilim üretmek misyonunu terk ederek sanayi için uygun eleman yetiştirme kurumlarına dönüştürülmektedir. Bu düşünce sistematiği dokuz ve onuncu kalkınma planlarında da genişletilerek devam etmiştir.
Artık üniversitelerin çoğu kadrolarında ve ders veren öğretim elemanları arasında ilahiyat fakültesi öğretim üyelerini görmek olağan hale gelmiştir. Sosyoloji, psikoloji, antropoloji, din kültürü ve ahlak bilgisi, Türkçe, sosyal bilgiler, felsefe, hukuk ve benzeri sosyal bilimler çerçevesinde yer alan dersler büyük ölçüde ilahiyat fakültesi öğretim üyeleri tarafından verilmektedir.
Piyasa odaklı, dolayısıyla paralı ve rekabetçi eğitim anlayışına dayanan bu yapının gerektirdiği birey, sermayenin ve onun temsilcisi olan siyasi iktidarın siyasi ve ideolojik hedeflerine uygun sorgulamayan, itaat eden, biat eden, itiraz etmeyen birey olmalıdır. Böyle bir bireyin dindar nitelikli olması en tercih edilen durumdur. İşte son 10 yıllık dönemde 1980 sonrası başlayan dönüştürme hedefi ivmesini süratle artırarak gerçekleşmektedir.
Sürecin hızlandırılması özellikle 2012’de 6287 Sayılı Yasa iledir. Bu yapılanmanın yanlış olduğu konusunda eğitim bilimleri, çocuk gelişimi, çocuk psikolojisi, çocuk psikiyatrisi uzmanları, eğitim fakültelerinin yönetim kurulları, bazı üniversitelerin senatoları, eğitim sendikaları yöneticileri, öğretmenler, veliler, politikacılar, sanatçılar görüş bildirdiler. Yasanın çıkmasını engellemek isteyen muhalefet milletvekilleri fiziksel olarak hırpalandılar. Protesto eden öğretmen örgütleri, veliler dövüldü ve biber gazıyla püskürtüldü.
Yasanın getirdiği 4+4+4 ile pek çok devlet okulu, öğrencilerin ilk 4 yıllık eğitimden sonra 9-10 yaşlarında geçebileceği imam hatip okuluna dönüştürülmüştür. Yasayı takip eden 5 yıllık dönemde toplam sayıları 450 olan imam hatip lisesi sayısı bin 149’a çıkmıştır. Günümüzde ise yaklaşık 1,5 milyon öğrenci bu okullara gitmek zorunda bırakılmıştır. Eğitimde bir yandan dinselleşme hedefleyen bu sistem aynı zamanda imam hatip okullarını tercih etmeyenleri özel okullara zorunlu bırakarak eğitimin ticarileşmesini de hızlandırmıştır. Yine aynı yapı “3308 Sayılı Çıraklık Ve Mesleki Eğitim Kanunu” ile ilk 4 yıllık eğitimden sonraki dönemde çocukların çok düşük ücretlerle çıraklık eğitimi adı altında istihdam edilmesine zemin hazırlanarak düşük maliyetli çocuk işçiliği sermayenin hizmetine sunulmuştur.
Yeni sistemle birlikte çocuk işçiliği ve imam hatipleşme yanında orta öğretimde zorunlu din kültürü ve ahlak bilgisi yanında seçmeli gösterilen ancak zorunlu hale getirilen İslam kültürü ve medeniyet tarihi, İslam bilimi tarihi, Kuranı Kerim, peygamberin hayatı ve temel dini bilgiler gibi dersler müfredata eklenerek dinselleşmenin boyutu tüm eğitime yansıtılmıştır.
Anadolu liselerinde 4 yıllık dönemde 8 saati din kültürü ve ahlak bilgisi zorunlu dersi olmak üzere, 34 saat din temelli ders bulunurken, sosyal bilimler liselerinde bu sayı 18 saat ve ilginç şekilde fen liselerinde bu ağırlık 40 saate çıkmaktadır. Elbette tüm bu dersler Sünni Müslüman inancı esas alınarak hazırlanmış ve farklı mezhepten öğrencilere bir anlamda dayatmacılık yapılmış, almak istemeyenler ise ötekileştirilmiştir. Ancak aşağıda ayrıntılarına girilecek olan gelişmelerin odağı olarak görünen felsefe derslerinin ağırlıkları tüm liselerde toplam 4 saat düzeyindedir. Sadece ortaöğretim müfredatında haftalık ders sayısı düşürülmemiş, felsefe derslerinin içeriği de döneme uygun şekilde dönüştürülmüştür. Hedeflenen biatçı ve sorgulamayan nesil için felsefenin sadece dünyayı anlama ve yorumlama kısımları müfredata alınmış, felsefenin temel amacının dünyayı değiştirme olduğunu ifade eden düşünce yapıları tamamen yok sayılmıştır.
Sorun sadece müfredatta yapılan değişimlerle sınırlı değildir. Milli Eğitim Bakanlığı (MEB) siyasi iktidara yakın farklı vakıflarla yaptığı protokollerle gericileştirmeye hız kazandırmaktadır. Mahkemelerin iptal kararlarına uyulup uyulmadığını ilerleyen dönemde göreceğiz. Aslında bu son açıklama ile bu iptal kararının da ileride geçersiz kalacağını tahmin etmek zor değildir. Bu iptal uygulansa da farklı kanallarla hedefe uygun çalışmalar devam etmektedir. Bazı illerdeki okulöncesi kurumlara ve ilkokullara “valilik oluru” ile gönderilen yazıda, “İl Milli Eğitim Müdürlüğü ile İl Müftülüğü arasındaki işbirliği ile okulöncesi ve ilkokullarda kayıtlı öğrencilere değerler eğitimi verilerek milli, manevi, kültür ve ahlaki gelişmelerinin sağlanması amaçlanıyor” denilmektedir. Yazı ile protokolde belirlenen koşullara uyan kişilerin il müftülüğü tarafından görevlendirileceği belirtilerek müftülüğün MEB’in üzerinde konumlanması sağlanmaktadır. Eğitimde dinselleşmenin belki de en tehlikeli ayağını da burası oluşturmaktadır.
Ortaöğretimde yaşanan bu dönüştürme yüksek öğrenim sürecini de belirlemektedir. Ortaöğretimde imam hatipleştirme sürerken aynı zamanda üniversitelerde çürümüşlüğün yoğunlaştığı, suskunluk bir yana iktidar dalkavukluğuna soyunulduğu bir dönem yaşanmaktadır.
Özellikle 12 Eylül Darbesi ve 1982 Anayasası sonrası oluşturulan YÖK aracılığı ile üniversitelerde özellikle bilimsel özgürlük ve özerlik, kavramları yavaş yavaş aşındırılmaya başlanmışsa da özellikle AKP iktidarı ile bu hedefe neredeyse ulaşılmış durumdadır. Sürekli düzenlemelerle üniversiteler bilimsel özgürlük bir yana düşünme özgürlüğü bile engellenir konuma getirilmiştir. Özellikle iktidarın işsizliğin gizlenmesi (istihdamı öteleme) ve seçim yatırımları çerçevesinde tüm illere açtığı yetersiz kadrolu üniversitelerle bilimsel eğitimden uzak kurumlar ortaya çıkartılmıştır. Tek profesör kadrosu ile oluşturulan ve tüm idari görevleri tek kişinin üstlendiği bilinen üniversiteler kamuoyuna yansımış ve üniversitelerin saygınlığı tamamen bitirilmiştir.
Bilgi üreten ve bu bilgiyi toplumsal alana aktarması gereken akademiler “İŞKUR”un başvuru bürolarının açıldığı meslek okullarına dönüştürülmüştür.
Farklı gerekçelerle tasfiye edilen kadroların yerine yardımcı doçentlik unvanı değiştirilerek doktor öğretim üyesi adıyla yeni kadro tahsisi yapılmış, atama yetkisi ise rektörlere verilmiştir. Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi'nde bir siyasi parti genel başkanının doğrudan atadığı rektörlerin oluşturacağı akademik kadroların niteliğini belirtmeye gerek bile yoktur. Bu tasfiyelerin nedeni çok açıktır, ortaöğretimde başlatılan biatçı nesil yetiştirme hedefinin üniversitelerde olası engellerinin kaldırılmasıdır. Zaten piyasalaştırılan üniversitelerde, azınlık hale getirilen bilimsel eğitim yanlısı ve toplumsal muhalefete yön verebileceği düşünülen akademisyenlerin yerine, dinselleşme hedefine uygun kadrolar ikame edilmiştir.
Artık üniversitelerin çoğu kadrolarında ve ders veren öğretim elemanları arasında ilahiyat fakültesi öğretim üyelerini görmek olağan hale gelmiştir. Sosyoloji, psikoloji, antropoloji, din kültürü ve ahlak bilgisi, Türkçe, sosyal bilgiler, felsefe, hukuk ve benzeri sosyal bilimler çerçevesinde yer alan dersler büyük ölçüde ilahiyat fakültesi öğretim üyeleri tarafından verilmektedir.
Bunun doğal sonucu, ortaöğretim sürecine benzer şekilde yükseköğretimde de bahsi geçen derslerin içerikleri dolaylı olarak değiştirilmiştir. Elbette bu kadar dersi verecek öğretim üyesi kadroları da yeni fakülteler ile sağlanmıştır. 2010 yılı öncesinde 22 olan İlahiyat Fakültesi sayısı 66’ya çıkartılmıştır. Aslında salt ilahiyat fakültesi de yeterli gelmemiş bunların yanında 2010 yılından itibaren 32 tane İslami ilimler fakültesi kurulmuş, bazı ilahiyat fakülteleri YÖK kararı ile İslami ilimler fakültesine dönüştürülmüştür. Üniversitelerin akademik yeni kadro alım ilanlarına biraz dikkatle bakılırsa, son 10 yılda alınan kadroların nerdeyse yarısı bu fakültelere aittir. Bu kadroların hızla artırılması bir yandan yukarıda bahsi geçen derslere müdahale edecek kadro oluşturma amacına hizmet ederken, aynı zamanda üniversitelerde kalmayı başaran akademisyenleri idari baskıya alacak sayısal çoğunluğun sağlanmasının da formülünü oluşturmuştur. Geçmiş yıllarda üniversitelerde rektörlük, dekanlık gibi idari kadroların belirlenmesinde öğretim üyelerinin (göstermelik) oy hakkının ciddiye alınmaması eleştirilirken, geldiğimiz noktada artık oy hakkının olmadığı, hiçbir akademik niteliği ve yeterliliği olmayanların tek kişi tarafından rektör atandığı bir yapıya geçilmiştir. Kaldı ki bu kadrolaşma ile verilecek oy hakkının ya da yapılacak bir seçimin de anlamlı olmayacağı açıktır.
Üniversitelerde yaşanan bu dönüştürmeye Türkiye Bilimsel ve Teknolojik Araştırma Kurumu (TÜBİTAK) ve Türkiye Bilimler Akademisi (TÜBA) de yeniden yapılandırılarak eklenmiştir. Siyasi iktidarın organı haline getirilen bu kurumlar da artık ilahiyatçıların ön plana çıktığı kurumlar haline gelmiştir. TÜBİTAK’ın 2019 liselerarası finalinde yer alan şu proje yeterli ipuçları verebilir: “Namazar: Arıtılmış gerçeklik ve ibadet eğitimi”. Bu projeler yanında “Melisa, okaliptus ve karanfil yağlarının havadaki bakterileri temizlemesine yönelik araştırma” başlıklı proje Harvard Üniversitesi tarafından kabul görürken TÜBİTAK’ta reddedilmiştir. Yine TÜBİTAK’ta reddedilen “Şeker hastalarının iyileşmeyen yaraları için atık yengeç ve karides kabuklarından yara bandı” New York Üniversitesi tarafından, “Soba külü, boraks, kula volkaniti ve kül gibi atıklarla çimento üretimi” Harvard, Montreal Mc Gill ve Toronto Ryerson Üniversiteleri tarafından kabul görmüştür.
Tarihsel süreç, eğitimde hedeflenen neslin nasıl bir nesil olduğunu çok net olarak göstermektedir. Yapılan son açıklama ile aslında bu hedefe ulaşmada son aşamasının başlatılacağının sinyali verilmektedir. Görünen o ki, olası 2023 seçimlerine kadar eğitimde son düzenlemeler ile hedeflenen yapıya ulaşma amaçlanmaktadır.
Başvuru Kaynakları
Ayça Günaydın, Esra Aşan, (2018) “Eğitimde Dinselleşmeye Karşı Laik Ve Cinsiyet Eşitliğinden Yana Bir Eğitim” Eleştirel Pedagoji, sayı 56, Ankara.
Hasan Aydın (2018) “İslamcı İdeolojinin Kıskacında Felsefe: Yeni Ortaöğretim Felsefe Programını Eleştirisi” Eleştirel
Pedagoji Sayı 56 Mart-Nisan, Ankara.
Muharrem Güneş, Hasan Güneş, (2005) “Türkiye’de Eğitim Politikaları ve Sivil Toplum”, Anı Yayıncılık, Ankara. Zehra Taşdöven (2013) “Demokrat Parti Dönemi Eğitim Anlayışı (1950-1960)” Yüksek Lisans Tezi https://www.birgun.net/haber/ogretim-programlari-ve-son-15-yilda-egitimde-gericilesme-179541.
https://www.webtekno.com/tubitak-tarafindan-reddedilip-dunyada-kabul-goren-10-turk-genci-ve-projeleri-h63125.html