Fotoğraflar: Gökay Başcan Cebelitarık Boğazı ile Atlas Okyanusu’ndan, Süveyş Kanalı ile de Kızıldeniz’den ayrılan Akdeniz; siyasi, ekonomik, kültürel ve daha başkaca birçok nedenden dünyanın en önde gelen coğrafi alanlarından biri. Sicilya Adası’ndaki Lilibeo Burnu’ndan Tunus’daki Bon Burnu’na doğru bir hat çizildiğinde, batıda kalan alan Batı Akdeniz, doğuda kalan alan ise Doğu Akdeniz olarak tanımlanıyor. Türkiye’nin […]

Türkiye’nin çalışabileceği bir bölge ülkesi kalmadı
Fotoğraflar: Gökay Başcan

Cebelitarık Boğazı ile Atlas Okyanusu’ndan, Süveyş Kanalı ile de Kızıldeniz’den ayrılan Akdeniz; siyasi, ekonomik, kültürel ve daha başkaca birçok nedenden dünyanın en önde gelen coğrafi alanlarından biri. Sicilya Adası’ndaki Lilibeo Burnu’ndan Tunus’daki Bon Burnu’na doğru bir hat çizildiğinde, batıda kalan alan Batı Akdeniz, doğuda kalan alan ise Doğu Akdeniz olarak tanımlanıyor. Türkiye’nin de aktörlerinden olduğu Doğu Akdeniz, son yıllarda yoğunlaşan enerji ve hegemonya savaşlarına sahne oluyor. Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi’ne göre Doğu Akdeniz’e kıyısı olan tüm devletler, bu bölgede var olan enerji yatakları üzerinde hak sahibi. Doğu Akdeniz’deki enerji yataklarının hacmine dair farklı görüşler söz konusu. Kıbrıs, Lübnan, Suriye, Filistin/İsrail arasında kalan ve Levant Havzası olarak adlandırılan Afrodit bölgesinde yaklaşık 3,5 trilyon metreküp doğalgaz, 1,7 varil de petrol bulunduğu tahmin ediliyor. Sadece Kıbrıs havzasında 8 milyar varillik bir petrol rezervi olduğu düşünülüyor. Zaten Doğu Akdeniz’de kopan tufanın da nedeni tam olarak burada saklı. Yanı sıra bölgede üstünlük kurmak demek, dünyanın en kritik ticaret güzergahlarından birinde de söz sahibi olmak anlamına geliyor.  

Doğu Akdeniz’de devletlerin düştüğü anlaşmazlıklar, uluslararası ilişkiler bakımından pek konuyla da derinden bağlantılı. Konunun bir ucu Kıbrıs, diğer ucu İsrail-Filistin meselesine kadar uzanıyor. Politik Muhabbetler’de bu hafta spot ışıklarını Doğu Akdeniz’e doğrulttuk ve meselenin hem teknik hem de politik boyutlarını öğrenmek amacıyla Kadir Has Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nden Prof. Dr. Serhat Güvenç ile bir araya geldik. Türkiye’nin bölgede bu sorunu konuşabilecek bir muhatabının kalmadığını belirten Güvenç, AB’yi de çözümsüzlük politikası nedeniyle eleştiriyor.

Doğu Akdeniz, özellikle Türkiye ve Kuzey Kıbrıs açısından neden bu kadar gerilimli bir hale geldi?

Türkiye’nin Kıbrıs’ta “Çözümsüzlük çözümdür” politikasını geçerli kılan şeylerden bir tanesi, Ada’da dünyayı ilgilendirecek çok büyük ekonomik çıkarlar olmamasıydı. Etnik milliyetçilikten beslenen bir meseleydi, Türkiye ile Yunanistan arasındaki tarihsel ve jeopolitik ilişkinin izdüşümüydü. Bütün bunlar olduğu sürece Ada, Türkiye ile Yunanistan arasına sıkışmış, iki ülkenin de Batı’daki ittifaklarını etkileyen bir konuydu. Yani ateş olsa cürmü kadar yer yakıyordu. Çözümsüzlük durumu, üçüncü tarafların da çok rahatsız olduğu bir şey değildi.  Ne zamana kadar? Bölgede hidrokarbon kaynaklarının bulunma ihtimali gündeme gelene kadar… Bununla birlikte uluslararası deniz hukuku, Türkiye’nin bu tür durumlardaki pozisyonunu destekler halinden başka bir şeye evrildi. Eskiden denizdeki kaynakların bölüşümü konusunda taraflar arasında bir uyuşmazlık olduğu takdirde, oradaki uyuşmazlık çözülene kadar bu kaynakların bulunmasına yönelik veya bunların çıkartılıp işlenip dünya piyasasına gönderilmesine yönelik konular donduruluyordu. Fakat evrilen uluslararası hukuk, artık şunu diyor: “Risk senin. İhtilaflı bir bölge de olsa sen burada arama faaliyetini yap. Hatta gerekiyorsa ve yapabiliyorsan buradaki doğal kaynakları da çıkart. Ekonomik olarak bunları değerlendir. Ama günün birinde uluslararası yargı, senin aleyhine bir karar verirse de bunun ekonomik külfetini karşılamaya hazır ol.” Bu pencereden baktığımızda Güney Kıbrıs’ın bu riski göze aldığını görüyoruz. Doğu Akdeniz’in bir ihtilaflı bölge olmasına rağmen, onlar bu kaynakları bulmak, kullanmak ve işlemek konusunda bir faaliyete başladılar.

AB’ye girmiş olmaları Güney Kıbrıs’a bu konuda bir avantaj yarattı mı?

Tabii. Böyle bir avantajları var. Ama bu, başta bekledikleri kadar büyük bir avantaj sağlamadı. Kıbrıs Rum Kesimi’nin ‘münhasır ekonomik bölge’ denen konuyu gündeme getirmesi, buna ilişkin birtakım uygulamaları hayata geçirmesi AB üyeliği yolunda kaydettiği mesafeyle koşut gidiyor. Hatta bu üyeliğin kesinleştiği 2003 yılından itibaren de, kıyıdaş ülkelerle birtakım anlaşmalar imzalayarak münhasır ekonomik bölgenin bölüşümü konusunda düzenlemeler yaptı. Dolayısıyla bunu birbirinden ayırmak mümkün değil. Bu konuyu destekleyen iki mesele var. Bir tanesi, Kıbrıslı Rumların, “Biz AB’ye girelim, AB işgalci Türkiye’yi Ada’dan sepetler” yaklaşımı. Böyle bir varsayımları vardı. Bu gerçekleşmedi ve onlar açısından büyük bir düş kırıklığı yaşattı. Dolayısıyla doğal kaynaklar konusunda bu kadar bu denli cüret gösterilmesi, bu beklentinin de bir sonucu. 

Annan Planı’nı kabul etmemelerinin altında da bu yatıyordu herhalde…

Evet, Annan Planı’nı kabul etmedi Rumlar. Çünkü yukarıda bahsettiğim mantığa Annan Planı uygun düşmüyordu. Annan Planı, Ada’nın iki kurucu devlet tarafından yönetilmesi, tarafların eşitliği ve nihayet Kıbrıslı Türklerin söz sahibi olacağı bir yeni devlet oluşturmayı hedefliyordu. Ben o zamanlar Annan Planı’nın Kıbrıslı Türkler açısından çok da olumsuz olmadığını düşünüyordum. Alternatif haritalar çıkmıştı. Türklerin Rumlara bırakacağı bölgeler konusunda iki alternatif hatırlıyorum. Bir tanesi Karpaz, Rum kesimine veriliyor; ona mukabil Ada’nın orta kesimlerinde Türk tarafının elinde daha fazla toprak kalıyor. Ya da ikinci planda Karpaz Yarımadası Türk tarafının elinde kalıyor ama Rum ve Türk kesimleri arasındaki çizgi, biraz daha kuzeye kayıyordu. O dönem konuyu takip eden kimi kişiler, Karpaz’ın mutlaka elde bulundurulması gerektiğini savunuyorlardı. Ben bunun mantığını o zaman pek kavrayamamıştım. Ama şimdi bakınca anlıyorum. Çünkü kıyı şeridinin uzunluğuna göre böyle bir paylaşım yapıldığı için, Karpaz’ı elde bulundurmak orta kesimde daha fazla topraktan vazgeçmeye değecek bir ödülmüş. Bunu şunun için söylüyorum, daha o zaman bile Annan planı tartışılırken, buradaki enerji kaynaklarına dair hak iddialarının olduğu bugün ortaya çıkıyor.

İSRAİL’İN FAALİYETLERİ DÖNÜM NOKTASI OLDU

Doğu Akdeniz özelindeki bu paylaşım kavgası tam olarak nasıl başladı?

İsrail’in kendi ihtiyaçlarını karşılamaya yetecek, hatta biraz da dış satım sağlayacak doğalgazı bulması dönem noktası oldu. Burada bir doğal kaynak var ama bu doğal kaynak çok iştah kabartacak, dünyadaki enerji çerçevesini değiştirecek bir kaynak değil. Ama bölge ülkeleri açısından, kendi ihtiyaçlarını karşılama noktasında önemli. Kıbrıs gibi bir ada için de önemli. Buradaki enerji dünya enerji rezervlerinin yüzde 3,5’una karşılık geliyor. Şu an doğalgaz çıkarma maliyetleri düşünüldüğünde çok da verimli olmayan bir enerji kaynağından söz ediyoruz. İsrail’den sonra Kıbrıs’ın arama yapması, Mısır’ın yine benzer bir şekilde bu tür kaynaklara rastlıyor olması, bir anda bildiğimiz o Kıbrıs uyuşmazlığına çok daha yeni çok daha aktörlü bir katman ekledi.

Bahsettiğiniz gibi Doğu Akdeniz’e kıyısı olan birçok ülkeyi ilgilendiren bir sorun bu. Burada ne gibi ittifaklar ve hedefler mevcut?

Rusya, ABD ve AB de dahil aslında. İttifakların oluşması sadece enerji meselesiyle ilgili değil. Aslında ittifakın oluşmasına ve Kıbrıs Rum Kesimi’nin İsrail ile yaptığı anlaşmalara bakarsanız da, Türkiye-İsrail ilişkilerinin kötüleşme takvimine paralel gittiğini görürsünüz. Bu İsrail’in, Türkiye’nin kendisini gözden çıkardığına ve artık bir daha kolay iş yapılacak bir ülke olmadığına ikna olmasıyla gerçekleşti gibi gözüküyor. İttifaklar sonucunda, Doğu Akdeniz’de kıyıdaş ülkelere baktığımızda Türkiye’nin çalışabileceği bir ortak kalmadı. Şam’da Türk büyükelçisi yok; Tel Aviv’de yok, Kahire’de yok. Enerji üzerine rekabetin döndüğü bir yerde bu ülkelerle diplomatik temasınız yoksa, kaynakların paylaşımına ilişkin hak iddialarını müzakere edemiyorsunuz. Üstelik diğer aktörler sizin yokluğunuzda müzakere ediyorlar. Yakınlarda Doğu Akdeniz Enerji Forumu oluşturuldu. Ürdün ve Filistin de buna taraf. Dolayısıyla Türkiye’nin bir yalnızlaşma durumu var. Biz bunu “yalnız kurt” ifadesiyle tanımlıyoruz. Bu durumda Türkiye, elinde fazla bir güç olmadığı için, askeri güç tehdidiyle durumun daha fazla aleyhine dönmesini engellemeye çalışıyor. 

BU İŞTE EN BÜYÜK SUÇ AVRUPA BİRLİĞİ’NE AİT

Türkiye bölgeye iki araştırma gemisi gönderdi. Uzunca bir süredir Güney Kıbrıs ile araştırma yapılacak parseller konusunda bir anlaşmazlık söz konusu. Bazı parseller çakışıyor ve iki taraf da hak iddia ediyor. Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu, “AB ne yaparsa yapsın bizi engelleyemez. Araştırma yapmaya devam edeceğiz” mealinde bir açıklama yaptı. Buradaki kriz nasıl çözüme kavuşturulabilir?

Bu işte en büyük günah AB’nin. Bunu bir kere söyleyelim. Kıbrıs’ı normal bir devletmiş gibi üye kabul ederek, aslında bugünün zeminini hazırladılar. Türkiye de birkaç şeyi zorluyor. Bir tanesi Kıbrıs’ta nihai bir çözüm için sıkıştırma yapması. Çünkü Kıbrıs’ta nihai bir çözüm oluşursa, o zaman Doğu Akdeniz’deki kaynakların paylaşımı için elde somut bir çıkış noktası olacak. Şu anda bir belirsizlik var. Kıbrıs Rum Kesimi, Ada’nın “tek meşru temsilcisi” olarak Ada etrafındaki bütün kaynaklarda hak iddia ediyor. Ama ilan ettiği arama alanlarına bakarsanız, parsel sahaları Kıbrıs’ın kuzeyine çıkmıyor. Hak iddia ediyor ama yukarı gitmiyor. Türkiye burada vura vura çalışmak istiyor. Yani “Bu müzakere süreci başlasın, artık Ada’nın yeniden birleşmesi mi olur, ayrılması mı olur, nihai durum ortaya çıksın ve Doğu Akdeniz meselesini halledelim” diyor. Türkiye’nin önceliği Kıbrıs. Kıbrıs Rum Yönetimi ve AB, “Hayır, Kıbrıs’ı biz mevcut haliyle kabul ediyoruz. Dolayısıyla onların hak iddiaları meşrudur, verdikleri ruhsatlar da bu anlamda geçerlidir” diyorlar. Dolayısıyla at mı arabanın önüne gelecek, araba mı atın önüne gelecek konusunda temel bir uyuşmazlık var. Türkiye “Atı arabanın önüne koyalım, öne bu meseleyi halledelim” diyor. Aslında oradaki mütevazi doğal kaynakların gidebileceği ve ihtiyaç duyduğu pazar Batı Avrupa. Ya da Avrupa Pazarı. Batı Avrupa pazarına ulaşabilmenin en kolay yolu da Türkiye. Ceyhan’dan boru hattıyla bu enerjiyi bağladığınız takdirde, bu artık Avrupa pazarına çok düşük maliyetle gider. Türkiye’yi dışarıda bırakmak için Akdeniz’in altından çok derin ve uzun bir boru hattı inşa etme projesi var. Bu siyasi koz ve Türkiye’nin gözünü korkutmak için yapılmış bir şey. Türkiye de bu projenin maliyet anlamında Doğu Akdeniz gazını rekabetçi olmaktan çıkaracağını biliyor. Ada’nın güneyinde de, kendi sınırlarının izdüşümünde yer almayan parsellerde KKTC’nin ruhsat verdiğini görüyoruz. Bu da Türklerin de Ada’nın tamamı için hak sahipliği iddiasından vazgeçmediğini gösteriyor. “Sadece kuzeyle ilgili değiliz” demek anlamına geliyor yani. 

Az önce “En büyük pay AB’de” dediniz. AB nasıl bir tutum izliyor, ne tür bir çözüm öneriyor?

AB çözüm üretmiyor. Sorun da zaten bu. AB, çözümsüzlüğü bir veri olarak kabul ediyor, bu çözümsüzlüğün sorumluluğunu da Türkiye’ye ve Türk tarafına yıkıyor, “Siz bu işi halledin” diyerek işin içinden sıyrılıyor. Çünkü AB’nin kendisi 28 üyeli bir birlik. Orada böyle at pazarlığı çok olur. Belli konularda siz ittifaklar yaratmak zorundasınızdır ve orada kimse böyle bir konuda Kıbrıs Rum Kesimi’yle ters düşmeyi göze almıyor. Bu da bize iki ey gösteriyor. Bir tanesi, yani Türkiye’ye alternatif olarak önerilen stratejik ve ayrıcalıklı ortaklık gibi şeylerin işlemeyeceğini gösteriyor. Çünkü Kıbrıs sorunu bu halini koruduğu müddetçe, Güney Kıbrıs’ın üye olduğu bir AB’den, Türkiye ile olan ilişkilerinin içerik kazanmasını bekleyemezsiniz.

Bunun yanında AB’nin Türkiye’ye yönelik kullanabileceği hiçbir araç yok. Tam üyelikle tehdit edemez. Gümrük birliğinin modernizasyonu da olamaz. Vize serbestisini de geçin. Ne kaldı geriye? Birtakım fonların ve sivil havacılık görüşmelerinin askıya alınması vs. Onlar da şu noktada Türkiye’nin canını acıtacak şeyler olmaktan uzak. Velhasıl, AB, Kıbrıs meselesine doğrudan taraf olmamanın maliyetinin hâlâ yönetilebilir olduğunu düşünüyor. Tahmin ediyorum, kullanılan araçlar arasındaki asimetrinin devam ettiği bir döneme daha tanıklık edeceğiz. 

‘SEVR SENDROMU’ İHTİMALİ

Doğu Akdeniz’deki enerji kaynaklarının, bölge ülkeleri için önemli olabileceğini söylediniz. Bu enerjinin kullanımı, Türkiye için ne gibi bir farklılık yaratabilir? 

Bu enerjiyle ilgili çok uç rakamlar ve mütevazı görüşler var. Öyle şeyler ki, bu enerjinin 500 yıllık ihtiyacı karşılayacağı falan söyleniyor. Bana bunlar mantıklı gelmiyor. Bir de bunun ne kadarının Türkiye’nin münhasır ekonomik bölgesinde olacağı tartışmalı. Ama Türkiye’nin pozisyonu şu bakımdan anlaşılır, Akdeniz’e en uzun sahil şeridi olan ülkesiniz ve zaten Ege’de Yunan adaları nedeniyle deniz kaynaklarına ulaşımınınız çatışmalı hale gelmiş. Doğu Akdeniz’de de Kıbrıs’ın varlığı yüzünden çok dar bir alana sıkışmak ve gelecek kuşakları olası ekonomik zenginliklerden mahrum etmek düşüncesi, Türkiye’yi bu anlamda kaygılandırıyor. Orada şu anda çok rant getirebilecek bir kaynak olmayabilir. Ama ya günün birinde çıkarsa? Asıl meselemiz bu. Bu da bizi Sevr sendromuna kadar götürür. Kerkük ve Musul gibi iki petrol zengini bölgeyi bırakmak zorunluluğu yaşanmamış olsa, Türkiye’nin doğal kaynak meselesine bakışı daha uzlaşmacı ve daha yumuşak olabilirdi. Fakat bu söz konusu tarihsel deneyim hem Türkiye siyasetini hem de Türkiye’nin Doğu Akdeniz’e bakışını etkiliyor. 

Doğu Akdeniz bir diğer yönü de Filistin-İsrail meselesi. Yaşananlar bugün ve gelecekte iki tarafı nasıl etkileyebilir?

Bunu o meşhur Ortadoğu planıyla düşünmek lazım. Hani Trump’ın damadının sponsorluğunu yaptığı şirketin planı. Bu, 50 milyar doları bulan ve Filistin ile İsrail arasındaki sorunun doğasını değiştirecek bir plan olarak ifade ediliyor. Yani İsrail’in kafasında da o eksende bir şey var. Obama yönetiminin, Doğu Akdeniz’deki enerji kaynaklarının bölgedeki siyasi sorunlara ve uyuşmazlıklara çözümünü ele alan bütüncül bir haritası vardı. Bu yayınlanmıştı. Mesela o harita, Türkiye’nin görüşüne daha yakın bir görüş arz ediyor. Trump’ın da Obama döneminden devraldığı tek politika unsurunun bu olduğu söyleniyor. Doğu Akdeniz’deki doğalgazın Türkiye üzerinden Avrupa’ya ulaştırılması falan gibi detaylar var bu planın içinde. Bu anlamda düşünürsek, o planın bütünü, Filistin’in haklarını tamamen hiçe sayma potansiyeli taşıdığı gibi, Türkiye’ye de farklı roller biçiyor ve bu roller Türkiye’nin Doğu Akdeniz politikalarına oldukça yakın. 

SYRIZA’NIN GİTMESİ TÜRKİYE İÇİN OLUMSUZ

Yakın zaman önce Yunanistan’da bir iktidar değişikliği oldu. SYRIZA’nın yerine merkez sağı temsil eden yeni bir parti iktidara yerleşti. Miçotakis liderliğindeki yeni iktidarın, Doğu Akdeniz’deki ve Kıbrıs’taki gelişmelere nasıl etki edeceğini düşünüyorsunuz?

Şu ana kadar enteresan biçimde, Türkiye ve Yunanistan, Doğu Akdeniz anlaşmazlığına rağmen kendi aralarındaki ilişkiyi yönetmeyi başardılar. En son Çipras’ın ziyaretinde de mevcut durumu muhafaza etmek yönünde bir irade çıktı. Mevcudun ötesinde bir krizin iki tarafın da hayrına olmayacağına dair bir uzlaşı var. Fakat şimdi şöyle bir fark var: Çipras geleneksel olmayan politikalar uyguluyordu. Dolayısıyla dış politikada da onun savunduğu pozisyonlar, güvenlik odaklı geleneksel pozisyonlardan farklıydı. Şu anda ise Yunanistan’da eski tür bir siyasi parti iktidarda. Yerleşik düzen partisi yani. Bu geleneksel parti de Yunanistan’ın geleneksel politikalarını sürdürme ihtiyacı hissedecektir. Bu geleneksel pozisyonlar da, Türkiye’nin Yunanistan’la ilişkilerini yönetmesi bakımından ilave yükler ve sıkıntılar doğurabilir. Yani SYRIZA’ya göre daha uyumsuz olabilirler. Çünkü SYRIZA’nın Türkiye’ye bakışı, ister istemez Yunan siyasetinin geleneksel bakışından farklıydı. Bu anlamda bir geçmişe dönüş yaşanabilir. Ulusal çıkarları Türkiye tehdidi üzerinden tanımlayan bir siyasi aktörün, Doğu Akdeniz meselesinde de Yunanistan’ın rolünü yeniden tanımlama ihtimal yüksek.