Ülkemizdeki İslamcıların da liberallerin de kahir ekseriyeti her şeyden önce sosyalizm ve Kürt özgürlük hareketi düşmanıdırlar...

Ülkemizdeki İslamcıların da liberallerin de kahir ekseriyeti her şeyden önce sosyalizm ve Kürt özgürlük hareketi düşmanıdırlar. Müslümanlıkları ve liberallikleri bunlardan sonra gelir....

1996’da Şevket Kazan’ın Adalet Bakanı olarak Mehmet Ağar’ın cezaevi politikasını sürdürmesi ve bu politikaya karşı devrimcilerin başlattığı büyük 96 direnişi o zamanlar bulunduğum Zonguldak’ta da çeşitli eylemlerle desteklendi. Bizim için REFAHYOL ve 28 Şubat böyle başlamıştı. Birinci 28 Şubat buydu.
1996’da o zamana kadar ayrı olan Tüm-Sağlık Sen ve Genel Sağlık-İş Sağlık ve Sosyal Hizmet Emekçileri Sendikası (SES) adını alarak birleşmiş, Genel Merkez yönetimi de tamamı devrimci sosyalist ve Kürt Yurtseverlerden oluşmuştu. Zonguldak’ta da buna paralel bir değişim yaşanmıştı. 1997 yılına geldiğimizde ben de şehirdeki SES’in yöneticilerinden biriydim.
Bir süre sonra hastanede kimi kadın çalışanlar türban takmaya başladılar. Zonguldak şehrinin ve SES’in şehirdeki tabanının laiklik hassasiyeti yüksek olduğundan SES yönetimine de çeşitli talepler gelmeye başladı: Üyelerimiz yeni başhekimin türbanlı çalışmaya izin vermesinden rahatsızdı. SES’in bu konuya müdahil olmasını istiyorlardı. Bizse yetişkin insanların çalışırken ne giyeceği meselesinin bizi ilgilendirmediğini, önemli olanın sağlık hizmeti sunarken ayrımcılık yapılmaması olduğunu söyleyerek üyelerimizi ikna etmeye çalışıyorduk. Ki SES genel merkez yönetiminin tutumu da bu yöndeydi. 28 Şubat’ta Erbakan’ın imzaladığı kararlarla şekillenen askeri müdahaleye yedeklenmek istemiyorduk.
Üyelerimiz de türbanlı kadın çalışanların erkek hasta kadın hasta ayrımı yaptığını, kimi türbanlı hemşirelerin erkek hastalara pantolon üzerinden enjeksiyon yaptığını vb. söyleyerek bizi ikna etmeye çalışıyorlardı. Fakat biz bir yandan üyelerimizin dikkatini türbandan ekonomik-sendikal mücadeleye çekmeye çalışıp bir yandan da ayrımcılık yapılmaması meselesi üzerinden başhekimliği baskı altına almaya çalışırken yeni bir gelişme oldu: Hastane içerisinde bu konuda mesai arkadaşlarıyla tartışma yürüten, tartışmalara katılan üyelerimiz başhemşire tarafından tehdit edilmiş, bu konuda konuşmaya devam ederlerse cezalandırılacakları yollu uyarılmıştı.
Hastane yönetiminin tartışmayı dahi yasaklayan ve türbanı dokunulmaz ilan eden bu tavrı tahammül edilemezdi. Bu tavrı sağlık meslek örgütleriyle beraber üyelerimize ve şehre duyurduk, başhekimden çalışanların kendi aralarındaki tartışmalara tehdit yoluyla müdahale etmemesini talep ettik.
Birkaç gün sonra 2’si SES yöneticisi 3 arkadaşımızın sürgün kararı geldi. Önce hastanede geniş bir üye toplantısı yaptık. Hastane yönetimi toplantımızı dağıtmaya çalıştı. Başaramadı. Ertesi gün yemek boykotu yapma kararı aldık. Ve yaptık. Boykotla beraber durumu Zonguldak’ın demokrasi güçleriyle paylaştık. Birkaç gün sonra da durumu hastane önünde SES Genel Başkanı ve 1 TTB Merkez Konseyi üyesinin de destek verdiği Zonguldak ölçüleri bakımından oldukça geniş katılımlı bir basın açıklamasıyla tüm Türkiye’ye duyurduk: Karşı karşıya olduğumuz türbana özgürlük meselesi falan değil, basbayağı İslamcı faşizmdi.
Eylemlerimiz nedeniyle çeşitli idari cezalara çarptırıldık, hatta başhekimliğin suç duyurularına konu olduk. İlginç olanı, sendikayla demokratik ilişkiler kurma yanlısı medeni başhekimimizin zülfü yâre dokunulunca birden pis bir ihbarcı haline gelmesiydi. Başhekim savcılığa verdiği dilekçesinde bizi hem PKK hem de DHKP-C üyesi olmakla suçluyordu!..
İkİncİ 28 Şubat buydu.
Üçüncü 28 Şubat, REFAHYOL’un antidemokratik yöntemlerle alaşağı edilmesiydi. Bugün dönüp baktığımda bu 28 Şubat karşısındaki ne şeriat ne darbe yaklaşımımızın da doğru olduğunu görüyorum.
Dördüncü ve bence en esaslı 28 Şubat ise PKK lideri Abdullah Öcalan’ın bir NATO operasyonuyla Türkiye’ye getirilerek yargılanması ve Kürt Halk Muhalefetinin sindirilmeye çalışılmasıydı.
Sonra da birinci 28 Şubat’ın ikinci dalgası geldi: 19 Aralık cezaevi katliamı ve katliam eşliğinde devrimcilerin, sosyalistlerin tümden sindirilmesi.
Evet, sosyalistler ve Kürtler REFAHYOL’un alaşağı edilmesi operasyonuna karşı seslerini daha fazla yükseltebilir, o noktada çubuğu anti militarizm ve darbe karşıtlığına daha fazla bükebilirlerdi. Fakat unutmayalım; özellikle Susurluk ertesindeki ışık kapatma eylemlerinin devlet suçları ve kirli savaş karşıtı özünün boşaltılmasında İslamcılar özel bir rol üstlenmişlerdi. Oysa sosyalistlerin büyük çoğunluğu da Kürt yurtseverler de sürecin hiçbir parçasında militarizme yedeklenmedi, asla militarizmin değirmenine su taşımadı.   
Türkiye’deki İslamcı ve liberaller salt üçüncü 28 Şubat’ı, konuşmayı seviyorlar. Akıllarınca REFAHYOL’un antidemokratik yöntemlerle alaşağı edilmesi üzerinden herkese demokrasi dersi veriyorlar. Fakat nedense üçüncüsü dışında birinci, ikinci ve dördüncü 28 Şubat’lar olduğu gerçeğini hatırlamıyorlar.
Susurluk’ta ortalığa saçılan pisliklere karşı gösterilen tepkileri Erbakan’ın “glu glu dansı”, Şevket Kazan’ın “mum söndü” olarak nitelemesini de (her iki yaklaşımın da ırkçı muhtevasına dikkatinizi çekerim), “bu devlet için kurşun atan da kurşun yiyen de şereflidir” anlayışının koalisyon ortakları olduğunu da hatırlamıyorlar.
Niçin? Çünkü ülkemizdeki İslamcıların da liberallerin de kahir ekseriyeti her şeyden önce sosyalizm ve Kürt özgürlük hareketi düşmanıdırlar. Müslümanlıkları ve liberallikleri bunlardan sonra gelir, sermayeseverlik ve devlet gücüne tapınmayla atbaşı gider.
Tersi olsa geçtiğimiz hafta bir değil dört 28 Şubatı da konuşuyor olurlardı. Değil mi?