Toplumsal meşruiyetini, gün geçtikçe yitiren AKP iktidarı, uzun süredir iktidarını siyaset yaparak değil, toplumun bütününü depolitize ederek sürdürmeye çalışıyor.

Türkiye'nin yeni depolitizasyon sahası: “Ülkemde sığınmacı istemiyorum”

Cenk SARAÇOĞLU

Türkiye’ye gelip kısa bir süre de olsa ahaliyle sohbet etme fırsatı bulan biri, insanların gündelik meselelerini konuşurken bile sohbeti bir yerde hükümetin yapıp ettiklerine, muhalefetin durumuna, yaklaşmakta olan seçimlere getirdiğini görüp bu toplumun siyasetle yatıp kalkacak kadar aşırı politikleştikleştiğini düşünebilir. Oysaki bu bir yanılgıdır. Tersine Türkiye’de insanlar, uzun süredir, ancak politikayla çözülebilecek toplumsal sorunlar yumağıyla derin bir depolitizasyon hali içerisinde boğuşmaktadır. Türkiye toplumunu uzun süredir karakterize eden şey daha çok yaygın depolitizasyondur. Zira politika; hükümetten şikâyetlenmekten, politikacıları vasıflarına göre derecelendirmekten veya seçim taktikleri üzerine akıl yürütmekten daha fazla bir şeydir.


Bir idare tekniği olarak depolitizasyon

Politika ya da politik olan; Jacques Ranciere’i takip ederek söylersek insanları eşitsiz konumlarda sabitleyen, bunları doğallaştıran siyasal/ekonomik düzen ile bu düzende kendi sesini duyurmak isteyen ezilenler arasındaki karşıtlık ilişkisiyle bağlantılı mücadele ve müdahaleler alanıdır. Politikleşme o halde bu alanın genişlemesi, toplumsal sorun ve taleplerin böyle bir alanda müdahalenin konusu haline gelmesidir. Depolitizasyon ise toplumdaki tahakküm ilişkilerinden türeyen sorunların “politik” alanın dışına atılmasıdır. Yani kamusal sorunların inkâr edilmesi bastırılması ya da bu tahakküm ilişkilerinden, yani köklerinden bağımsızlaştırılmış bir şekilde konuşulması, bu sorunların teknik bir mesele olarak ele alınıp “yukarıdan” idare edilmeye çalışılmasıdır. Depolitizasyon; bu açıdan halkın/demosun siyasal eylem alanının daraltılması sürecidir. Yani depolitizasyon “altta kalanın canının çıktığı” bir eşitsizlikler dünyasında “ayakların baş olmaya” yönelik taleplerinin örgütlenebileceği alanların zor ve ideolojik mekanizmalarıyla kuşatılmasıdır. Bugün bunun karşılığı egemen sınıfın tahakkümü karşısında emekçilerin siyasal iradesinin sakatlanmasıdır. Buradan politik eylemin yalnızca emekçi sınıfların işi olduğu anlamı çıkmamalı. Politik alanda ortaya çıkan talep ve itirazları hâkimiyetini korumak adına içermeye, temsil etmeye çalıştıkları, yani bir hegemonya mücadelesinin parçası oldukları oranda egemenler de politik alanın içerisine girerler; politize olurlar.

AKP, muhalefet ve depolitizasyon

Toplumsal meşruiyetini, gün geçtikçe yitiren AKP iktidarı, uzun süredir iktidarını siyaset yaparak değil, toplumun bütününü depolitize ederek sürdürmeye çalışıyor. Bunu uzun süre, sınıf ve tahakküm ilişkilerinin uzantısı olan meseleleri beka/güvenlik sorununa, dinselleştirerek bir kültürel meseleye dönüştürerek yapmaya çalıştı. Ülke insanını “beka davasının” ya da kültür savaşlarının birer neferi ya da düşmanı olmaya davet etmek zorunda kalıyor, çünkü toplumun bütününe yönelik ikna edici bir hegemonya projesi olmadığından politika sahasında varlık gösteremeyeceğini biliyor. Ekonomik yıkım ortamında emekçilerin geçtiğimiz aylarda gördüğümüz gibi kitlesel eylemlerle kendisine yeni bir politik saha açmaya çalıştığı bir dönemde bu depolitizasyona her zamankinden daha fazla ihtiyaç duyuyor.

Millet İttifakı etrafında toplanan muhalefet, AKP iktidarının kültür ve beka savaşları davetine üstelik kimi zaman bir “müttefik” olarak pek çok kez icabet etti. Son dönemlerde, “yılların deneyimiyle” bu “tuzaklara” düşmemek konusunda özel bir çaba gösterdikleri de bir vakıa. Diğer yandan bunun karşısında topluma önerdikleri şey depolitizasyonun başka bir biçimine denk düşüyor: seçimlere kadar diş sıkmak ve mührü “politik” bir programa değil “politikacılar birliğinin” ufuktaki teknokratik idaresine basmak. Yani bugün Cumhur ve Millet İttifakı arasındaki rekabet iki farklı politik program değil iki depolitizasyon biçimi arasında seyrediyor.

Bu son kriz dalgasının yarattığı yoksullaşma karşısında beli bükülmüş halk kesimlerinin üzerinde “iman” ve “beka” tazyikinin eskisi gibi işlemediğini biliyoruz. Mecbur kalıp mühür basmaları beklenen altılı masa tablosunun bir heyecan yaratmamasına bakarak başka bir depolitizasyon biçimine içlerinin sinmediğini ve artık kendi adlarına bir müdahale arayışı içerisinde olduklarını kestirebiliriz. Böyle bir politizasyon potansiyeli, AKP iktidarı için yıkıcı bir kabus, restorasyona kilitlenmiş Millet İttifakı için bir anomali olarak “yönetilmek”, yani depolitize edilmek durumunda.

Göçmen karşıtlığı ve depolitizasyon

Özellikle son beş senedir kendisini toplumun bütün kesimlerini kapsayan yaygınlıkta ve pogrom girişimlerine varacak keskinlikte gösteren bir sığınmacı/göçmen karşıtlığı işte böylesine bir politizasyon potansiyelinin varlığında karşıt bir depolitizasyon dalgası olarak kabarıyor. Ülkedeki sorunların yükünü ekseriyeti sefalet koşullarında yaşayan göçmenlerin sırtına yükleyen ve refahının ve barışının tesisini onların “geri gönderilmesine” bağlayan ve kimliğini buradan kurmaya başlayan geniş toplumsal kesimlerden bahsediyoruz. Sermayenin dizginsiz istismarı karşısında köleleştirilmiş, iktidarın keyfi göç politikaları karşısında allak bullak olmuş bir nüfusun “geri dönmesini” memleketin sorunlarının çözümünün anahtarı olarak gören yaygın bir algıdan bahsediyoruz. Sahip olduğu vatandaşlığın içinden eksiltilen sosyal hakların peşini kovalayacağına, neredeyse bir resmi statüden ibaret kalmış olan vatandaşlığını buna sahip olmayanlar üzerinde bir sopa gibi kullanma eğiliminden bahsediyoruz. Bu ülke insanı gün geçtikçe daha fazla kaybetmekte olduğu ekonomik güvencelerin, artık yitirdiği ortak bir gelecek kurma hissinin ve esamesi okunmayan laikliğin hesabını esas “politik” muhatabından değil de kendisinin altındakilerden sormaya yöneldiği oranda yeni bir depolitizasyon sarmalı içerisine giriyor.

Düzenin riski, solun görevi

Bu yeni depolitizasyon sahasının “yüksek siyaset” tarafından bilinçli olarak kurgulandığını söylemek iddialı olur. Lakin, eldekilerin işe yaramadığı bir durumda böyle bir sahanın ortaya çıkmış olması mevcut idare düzeninin ya da bir restorasyon girişiminin altını oyacak bir politikleşme halini ertelemesi açısından egemenler için önemli bir işlev görüyor. Öte yandan bu sahanın kapılarının ardına kadar açılmasının özellikle AKP iktidarı için maliyetli olabileceğini göz önüne almak gerekir. “Sığınmacı istemiyorum” etrafında kemikleşen göçmen karşıtlığı sığınmacıları ülkeye getirmekle özdeşleşen AKP tarafından temsil edilemeyeceği için onun seçim hesaplarında öngörülemez, aleyhte işlemesi muhtemel bir değişken olabilir. Daha da önemlisi, bu kör düşmanlık ve kitlesel şiddet eğilimi herhangi bir güç öbeğinin provokasyonlarına açık, yönetmesi zor, ucu açık bir havanın varlığına işaret ediyor. Bunun devlet tarafından bir risk olarak hesaba katıldığını düşünebiliriz. Son iki ayda iktidarın geri göndermeyi açıklıkla dile getirmeye başlamasını bu bağlam içerisinde düşünebiliriz.
Tüm bu tablo, Türkiye solunun önünde bir görevin olduğuna işaret ediyor: Kendisini müdahil bir özne olarak kurma arayışı içinde olan halkın politik potansiyelinin göçmen/sığınmacı karşıtlığı tarafından daha fazla emilmesine müsaade etmemek. Özellikle artık sahneye çıkmak zorunda olan emekçilerin bu yeni depolitizasyon sahasıyla bağlantısını kopartmanın ve onların yaşadığı/hissettiği kayıpları esas karşıtlık eksenine yerleştirmenin, yani Türkiye’yi hakikaten de politikleştirmenin yolları üzerinde düşünmek gerekiyor.