2018 yılında Doğan Medya Grubu, elindeki bütün medya organlarını Demirören Holding’e sattıktan sonra AKP, bütün ana akım medyayı mutlak bir kontrol altına almıştır. İşte taşeronlaştırma süreci böylece tamamlanmıştır.

Türkiye’de ana akım medyanın taşeronlaştırılarak çökertilmesi

Tezcan Durna - um:ag Genel Yayın Yönetmeni, Serbest Akademisyen.

Türkiye’de ana akım medya 1980’lerden bu yana giderek artan bir ivmeyle büyük sermayedar gruplarının siyasal iktidarlarla iyi ilişki kurma aracı ve asıl yatırımlarının payını büyütmek için ellerinde bulundurdukları koz işlevi görür hale gelmiştir. 80’lerden 90’lara giden süreçte, karşımıza çıkan yasal düzenlemeler, hatta de facto uygulamalar basın ve medya kuruluşlarının haber merkezlerini önce sermaye ve buna bağlı olarak siyasal iktidar karşısında güçsüzleştirmiş; editoryal bağımsızlık ve özerkliği neredeyse yok etmiştir.

Zaten modern parlamenter demokrasi içinde işlevi muğlak olan basın-medya bu düzenlemeler, hatta düzenlemelerden arındırma (deregülasyon) sonucunda, dördüncü güç işlevini de büyük ölçüde yitirmiştir. Zira temsili demokrasinin yapısal sınırlılıkları içinde faaliyet gösteren basın-medya zaten bu sınırlılıklar nedeniyle, kamunun sesini duyurarak kanaatlerin özgürce oluşmasını sağlamak yerine, sınırlı bir siyasal, ekonomik, bürokratik, askeri ve sembolik elitin sunduğu çerçeveleri kamuya ulaştırmakla maluldür. Bu çerçevelerin hangi ideolojiyi ve buna bağlı olarak hangi sınıfın çıkarlarını meşrulaştırdığı ise ortadadır. Bu kuralsızlaştırmalar sonucu ortaya çıkan fiili durum, basının-medyanın yapısal sorunlarını daha da derinleştirmiş, giderek haber vermek bir yana halkın haber alma hakkının kalıcı bir şekilde ihlal edilmesine yol açan başıboş bir aktöre dönüşmüştür. Bu başıboş ifadesini kullanmamızın nedeni gerçek bir başıboşluğa işaret etmez kuşkusuz. Bu ifade gerçek misyonunu yerine getirme konusundaki yetersizliğinin altını çizmek amacıyla kullanılmıştır. 

Esasında son 20 küsur yıllık AKP iktidarı boyunca kademeli olarak medyanın mülkiyetinin kim ya da kimlerin elinde olduğunun önemi giderek azalmış, bugünlerde iyice anlamsız hale gelmiştir. AKP iktidara gelmeden önce, etkisi ve yoğunluğu inanılmaz boyutlara ulaşmış Uzan Grubu ve Doğan Medya Grubu farklı yol ve yöntemlerle de olsa bugün geldiğimiz noktada medya piyasasından silinmiştir. Bu grupların ortadan kaldırılmasının meşru zeminini kuşkusuz bizatihi grupların usulsüz ticari faaliyetleri, bu iktidara gelene kadarki iktidarlarla kurdukları kirli ve şeffaf olmayan ilişkileri ve medya dışındaki alanlara yaptıkları yatırımların bizatihi ellerindeki medya gücü aracılığıyla serbest piyasa ekonomisinin fırsat eşitliği ilkesini ihlal edecek şekilde yürütülmesi oluşturmuştur. Mevcut iktidar, bu tür grupların bütün bu konulardaki zaaflarını ve “günahlarını” kullanarak, bu grupları dize getirmeye çalışmış, bu işlemeyince elinde bulundurduğu ve aslen devlete ait olan operasyonel araçları kullanmıştır. Bu operasyonel araçların başlıcaları düzenleyici ve denetleyici kuruluşlar, mali denetleme mekanizmaları, Basın İlan Kurumu gibi kuruluşların havuç ve sopa şeklinde kullanılması gibi işlemlerdir. 

Diğer yandan bu kuruluşların öncelikle içi de boşaltılmış, yani yetişmiş ve ehil muhabirlerden arındırılarak işlevsiz hale getirilmiştir. Bu konuda da mevcut iktidardan daha çok medya gruplarının kuruluşlarını sendikasızlaştırma konusunda uyguladıkları politika ve baskılar etkili olmuştur. Sendikasız ve örgütsüz çalışanlar, medya gruplarının iktidarla girdikleri çatışmada ilk harcanan, başka bir deyimle gemi batarken ilk atılabilecek yükler arasında sayılmıştır. AKP iktidarının kendisiyle çatışmaya, ya da en hafif deyimle “propaganda aparatı değil de, kısmen haber kuruluşu olma konusunda direnç göstermeye” cesaret edebilen medya gruplarına yönelik olarak uyguladığı baskı araçlarını hukuka uygun ya da hukuksuz bir şekilde ve başarıyla kullanabilmesinin başlıca nedeni, bizim burada sadece ikisini andığımız ama aralarında diğerlerinin de olduğu medya kuruluşlarının zaten AKP iktidarı öncesinde pek çok yönden kirlenmiş olmasından kaynaklanmıştır. AKP, zaten halk nezdinde güvenilirliği çoktan sarsılmış olan, diğer nedenler bir yana kalifiye elemanlarıyla yollarını ayırdığı için nitelikli haber üretme konusunda maharetini kaybetmiş medya kuruluşlarını dize getirme konusundaki mekanizmaları geniş kamuoyunun tepkisini çok da çekmeden, hatta yer yer ciddi bir destekle işletmeyi başarabilmiştir. Zaten iktidara gelmeden önce kendisini destekleyen, o zamanlar Cemaat diye anılan, şimdilerde Fetö denilen grubun medya kuruluşları ile diğer İslamcı medya kuruluşlarının yanına bahse konu mekanizmaları işleterek ana akım medyayı da kademeli bir şekilde katabilmiştir.

 Türkiye’de ana akımın her bakımdan çöküşü, 2013 Gezi Direnişi’ne kadar ağır çekim şekilde ilerlerken, bu tarih bir dönüm noktası olmuştur. Bu dönüm noktasının en belirgin alametifarikası, AKP iktidarının “kendinden” olmayan seküler ana akım medyanın iktidara karşı bağımlı olmaktan çıkıp basit bir taşerona dönüştürülme sürecine girmiş olmasıdır. AKP’nin bu tarihten itibaren oluşturduğu medya mülkiyet yapısı, tam anlamıyla bir taşeron sistemidir. AKP medya sermayedarından, köşe yazarına, yayın yönetmeninden, muhabirine kadar oluşturduğu medya yapılanması içindeki tüm aktörleri sıradan birer taşerona dönüştürmüştür. 2018 yılında Doğan Medya Grubu, elindeki bütün medya organlarını Demirören Holding’e sattıktan sonra AKP, bütün ana akım medyayı mutlak bir kontrol altına almıştır. İşte taşeronlaştırma süreci böylece tamamlanmıştır. Taşeron sisteminde, taşeron olarak çalışan kişiler sınırsız sorumluluğa ama çok sınırlı hukuki güvenceye sahiptir. Bu nedenle iktidara mutlak şekilde biat etmedikçe mevcut medya sisteminin içinde yer almaları mümkün değildir. Bu sistem içindeki taşeron sistemine mutlak biat etmeyenler zaten, zaman içinde tamamen tasfiye olmuş, geriye mutlak biat edenler kalmıştır. Tam da bu koşullar nedeniyle, hükümetten herhangi bir baskı ya da talimat gelmediği halde, artık bu taşeronlar kendiliğinden bir olayı haber yapmama kararı alabilmektedir. Ya da tartışmalı bir olay hakkında Cumhurbaşkanından ya da sözcülerinden açıklama gelmedikçe kendi inisiyatiflerini kullanıp araştırma yaparak, soru sorarak haber yapmamaktadırlar. Bu koşullar altında otosansür, mutlak bir sansürün göstergesidir artık. Ancak mutlak sansür koşullarında hareket kabiliyetini tamamen yitiren ana akım medya aynı zamanda sistem içindeki işlevini de yitirmiş ve artık halka haber veremez hale gelmiştir. Bu nedenle mevcut koşullar içindeki ana akım medyayı haber verme misyonuyla tanımlamak mümkün değildir. 

Bugün içinde Habertürk televizyon kanalının da yer aldığı pek çok kuruluşu da barındıran Ciner Medya Grubu’nun iktidar yanlısı sermaye gruplarından birilerine satılacağına dair rivayetler dolaşmaya başladı. Aslında bu iddia, AKP iktidarının ana akım medyanın taşeronlaştırılması konusunda yapacaklarının tamamlanmadığının bir göstergesidir. Ciner Grubu 2014 yılındaki kanal yöneticisi Mehmet Fatih Saraç’ı bizzat Erdoğan’ın arayarak tehdit etmesinden sonra bir geri adım atmıştı. Bunu kanalın program yapımcısı Fatih Altaylı, “haber odası ailesini korumak” saikiyle de meşrulaştırmıştı. Habertürk’te, son seçimler sırasında, siyasal iklimin değişeceği ümidiyle nispeten habercilik yapma girişimleriyle karşılaştık. Seçimden sonra baskının artacağını hepimiz biliyorduk. RTÜK, üzerine düşeni yaptı. Ciner Grubu’nun satılacağı iddiası, seçim sürecindeki habercilik faaliyetinin bir nevi cezası gibi düşünülebilir. Satılırsa şaşırır mıyız? Elbette şaşırmayız. Ancak bir bu olası satış, bize bir kez daha bir gerçeği tokat gibi yüzümüze vurulmasına yol açmıştır: Kamusal sorumluluk mantığıyla yürütülmesi gereken habercilik, asıl ticari faaliyeti medya dışı alanlar olan büyük sermaye gruplarına bırakılamayacak kadar hayati bir iştir.