Ülkemizdeki eğitim sisteminin durumu çoklu bulmaca sunuyor bize ve resmin tamamını görmekten hayli aciziz. Kendi deneyimlerimiz ya da anekdotal bilgimiz sorduğumuz soruları yanıtlamaya yetmiyor, sistematik ve akıllıca bir sorgulamaya gitmemiz gerek.

Türkiye’de eğitim nerede, nereye…

Emre Erdoğan - Prof. Dr., Gençlik Araştırmacısı. 

Geçtiğimiz hafta halk arasında bilinen ismiyle Üniversite sınavı, resmî ismiyle Yükseköğretim Kurumları Sınavı (YKS) sonuçları açıklandı ve ülkemizin eğitim sisteminin nereye gittiği konusunda bir tartışmayı da tetikledi. Sınavdan birinci çıkanın yaptığı tercihin dahi “vizyonsuz” olarak nitelendirildiği bir ortamda, tartışılması da hayırlı bir şey aslında. 

Konuyu dağıtmadan biraz sayılarla kendimize gelelim. Yaklaşık 3,5 milyon kişi sınava başvurmuş, 3 milyona yakını sınava girmiş. Sınava başvuranların yaklaşık 900 bini lise son sınıfta okurken, 1,5 milyona yakını da lise mezunu ama herhangi bir üniversiteye yerleşememiş olanlar. 600 bin kişi bir programa kayıtlı, 500 bin kişi de bir yükseköğretim programından mezun. Başka bir deyişle sınava başvuranlara üçte biri bir üniversite bitirdiği/kazandığı halde ikinci şans arayanlarken, yarısına yakını da daha önce kazanmamış olanlar. İlk defa bu sınavda şansını arayanların oranıysa dörtte bir. Bu rakamlarla sınavın öncelikle bir “ikinci şans” sınavı olduğunu akılda tutalım ister bir bölümü kazanmamış, ister kazanmış, ister bitirmiş olun. Başvuranların 756 bini açık lise mezunu, bunu da buraya not edelim, bu liselerin yeri geldiğinde “sollama şeriti” işlevi gördüğünü biliyoruz. 

Yerleşme istatistiklerine de bir göz atalım: Yaklaşık üç milyon kişi sınava girmişti ya, bu adayların sadece 1,8 milyonu herhangi bir tercih yapmış, 1,2 milyonu tercih yapmakla uğraşmamış. Lise sonda olanların %45’i, daha önce yerleşmişlerin %47’si, mezunların %36’sı ve açıkta kalmışların %25’i tercih yapmamış. Bu da bize tercih yapmamanın da bir tercih olduğunu gösteriyor. Yerleşen 1 milyon kişinin 165 bini Açık Öğretim’i tercih etmiş, en fazla da daha önce bir kurumdan mezun olanlar tercih etmişler. Açık Öğretim’i dışarıda bırakırsak, son sınıf öğrencilerinin %62’si, daha önce yerleşememişlerin %46’sı bu kez yerleşmeyi başarmışlar. Diğer kategorilerde örgün eğitim tercih edenlerin oranı daha düşük. Adayların %25’i birinci tercihlerine yerleşmişken, ilk üç tercihinden birine yerleşenlerin oranı yaklaşık %50, ilk on tercihinden birine yerleşenlerin oranı da %80’in üzerinde. Demek ki öğrencilerin çoğu arzu/kabul ettikleri bölümlerden birine yerleşmiş. 

Sadece bu veriler bile ülkemizdeki üniversite sınavının anlamını gösteriyor. Sınav, büyük ölçüde bir “ikinci şans” sınavı, yerleşememiş olanlar için yerleşme, bir üniversitede okumuş ya da okumakta olanlar içinse “daha iyi” bir bölümde okuma şansı veren bir sınav. Açık Öğretim başlıbaşına bir öykü aslında, bir bölüme yerleşmiş ya da mezun olmuşların %30’u Açık Öğretim’e yerleşmişler. Başka bir bağlamda bir “başarı öyküsü” olabilirdi açık öğretimin bir “ikinci şans” olması, ama ülkemizde biraz daha kuşkuyla yaklaşmalı ve daha derinlemesine çalışmaları beklemeliyiz bu yargıya varmak için. 

Sınava girenlerin yarısı ilk üç tercihinden birine yerleşmişse, bu memnuniyetsizlik niye? Hem ülkemizde hem de diğer ülkelerde toplumların eğitime bakış açılarını bir varoluşsal kriz olarak nitelendirmek mümkün. “Eğitim ne işe yarar?” diye sorduğumuzda aldığımız yanıt çoğunlukla “eğitim bir işe yarar mı?” olabilir. Biz ve daha önceki nesiller için eğitimin işlevi belliydi, hemen her yerde bir diploma almak sınıf atlamayı garanti etmekteydi. Sayısı az olan “elit” okullardan birine kapağı atabilmek ailesinden daha iyi bir yaşam sürmenin en iyi yoluydu. Hem görgül çalışmalar hem de anekdotal kanıtlar bu etkinin ülkemizde devam ettiğini gösteriyor, ABD’de durumun tam tersi olduğunu biliyoruz, eğitim artık sınıf atlatmıyor. Öte yandan sonsuza dek devam edecek değil ülkemizdeki durum, toplumun ortalama eğitim düzeyi arttıkça bu etki azalacak. 

Mesele maddiyat olmayabilir, bunu düşünmek gerekiyor. Eğitim sadece maddi sermayeye -yani gelir ya da servete- değil, toplumsal statüye de katkıda bulunuyor, Bourdieu’cü bir bakış açısıyla aldığınız eğitim hem kültürel hem de sembolik sermayenize katkı. Hele “köklü” okullardan mezunsanız, eğitimin sağladığı sosyal sermaye –yani “network”– avantajı reddedilemez durumda. Bence veliler ve öğrenciler bunun farkında ki sayısı az olan bu okullara yerleşebilmek için neredeyse bütün soruları çözebilmek gerekiyor, rekabet o kadar sert. Devletin güvenlik ağı germekten, vatandaşlarını kötüsüne karşı korumaktan vazgeçtiği, insanın insanın kurdu haline geldiği günümüz toplumunda bu tür sermayeler çok daha kıymetli hale geldi. Devlet yetişmezse, akraba-akran yetişiyor sıkıştığınızda. 

Ülkemizdeki eğitim sisteminin durumu çoklu bir bulmaca sunuyor bize ve biz de resmin tamamını görmekten hayli aciziz. Kendi deneyimlerimiz ya da anekdotal bilgimiz sorduğumuz soruları yanıtlamaya yetmiyor, sistematik ve akıllıca bir sorgulamaya gitmemiz gerek. Durumun ne kadar çetrefilli olduğunu şu örnekle göstereyim. Boğaziçi Üniversitesi’nin geleneğinde olmayan, “gökten inmiş” bir Hukuk Fakültesi var. İki yıllık, henüz mezun vermemiş bu fakülte 2023 tercih sonuçlarına göre bütün Hukuk programları arasında 6., devlet üniversiteleri arasında 2. sırada… Sadece bu durumu bile açıklayabilsek, Türkiye yükseköğretim sistemindeki kördüğümü çözmeye bir adım daha yaklaşmış oluruz.