Türkiye’de siyaset dar alanda kısa paslaşmalarla yapılmaz

Göksu Cengiz

Seçim sonuçlarının anlamına dair birçok soru ve sorun gündeme geldi. Muhalefetin hataları, yükselen milliyetçilik, ekonominin sandığa yansıması, toplumun örgütsüzlüğüne dair birçok gözlem ve eleştiri var.

Tüm bunları ve solun bu sonuçtan çıkarabileceği dersleri akademisyen Cihan Tuğal ile BirGün Pazar için konuştuk.

Muhalefet seçimin büyük kısmını bir eskiye geri dönüş ve bu geri dönüşten farklı şekillerde çıkarı olan kimliklerle kurmaya çalıştı. 28 Mayıs’a gelirken bir tarafta HDP’nin diğer tarafta Ümit Özdağ’ın desteklediği aday olarak belki tarihe geçti. En büyük yatırımı da AKP’den kopan seçmenlere dair 6’lı masa ile yaptı. Muhalefetin ağırlıklı olarak kimlikler ve bir rahatlama üzerine kurduğu strateji neden 2018’in sınırlarını hatta 3 büyük aktörünü dahi açamadı? Bütün olarak yaklaşım mı yanlıştı?

Bizim meselemiz her şeyin siyasetçilerin kendi arasındaki bir mesele gibi tartışmamız ve çoğunun da öyle düşünmesi. Kendi aralarında doğru manevralar yapıp birilerini sürüklerlerse arkalarındaki kitleler de gelecek diye düşünülüyor. Babacan’ı, Davutoğlu’nu Karamollaoğlu’nu alırsak, Erdoğan’dan sıkılmış olan onunla derdi olan islamcılar bize gelir. Aynısı Akşener için de geçerli. Normal zamanlarda siyaset böyle yapılabilir. Toplumun siyasetle ilgilenmediği, siyasetçilerin aralarında paslaşarak süreçleri yürüttüğü ülkelerde bu yapılabilir. Ama Türkiye neredeyse 20 25 yıldır çok normal bir durumda değil. Normalden kastım iyi bir şey de değil. Modernitedeki normal nedir; bir avuç tekelin her şeyi eline alması ve kitlelerin buna seyirci kalması. Türkiye bu normalin dışına çıktı 20 senedir ama sağdan çıktı. Bu normalin dışına soldan çıkacağımıza toplum olarak faşizan hamlelerle o elitlerin hakimiyeti ve kendi aralarındaki kısa devre dar paslaşmalar kırıldı. Teknokratik bir siyaset anlayışından daha hegemonik popülist bir siyaset anlayışına gittik. Popülist de aslında dar bir şeyi kapsıyor, seçim zamanı elitlere çatıp sonra her şeyi normal yürütmeye popülist deniyor. AKP ve MHP’nin tabii ki böyle bir tarafı var ama daha hegemonik bir şey kurdular. Kitle örgütlülüğü üzerinden popülizmi başka bir yere götürdüler ona da hegemonik siyaset diyebiliriz, sadece elitlere çatmak değil kitleleri elitlere azınlıklara yabancılara karşı -AKP o kadar yabancı karşıtı olmasa da- kitleleri sürekli teyakkuzda tutma hali. Bu da ancak kitle örgütlülüğü ile yapılabilecek bir şey. Bunu sadece lafla yapamazsınız. Bunu 50 yıldır kitle örgütü ile yapan ülkücü ve islamcı hareketler var, o hareketleri neoliberal bir çizgiye çekti AKP. 2010’larda da daha devlet kapitalisti bir çizgiye çekti. Bu kadar hegemonik bir kitle kurulmuşken de oradan 3 tane lider koparıp sonra kitlelerin sizi takip etmesini bekleyemezsiniz. Aynı şekilde kitle siyaseti yapmayalım, siyasetçi kapalım kitleleri kandırırız. Bu kitleler zaten aptal, AKP nasıl kandırdıysa biz de öyle kandırırız sürüklenip gelirler peşimizden zihniyeti ile yaklaşıldı. Çok zehirli bir hegemonya kurulmuş durumda, bu da basit taktiklerle, dar alanda kısa paslaşmalarla kırılabilecek bir şey değil.

Sizin seçim sonuçlarından hemen sonra bir iddianız oldu, bunu diğer röportajlarda da sürdürdünüz. Bunu açmak istiyorum, TOGG, vs. güvenlik politikalarının yalnızca üst yapısal, kimliksel politikalar olmadığını, sadece bir milliyetçilik değil aynı zamanda sınıfsal bir karşılığı olan bir vaat olduğunu söylediniz. Bunu biraz açmak istiyorum, AKP tabanını bu kadar ağır bir ekonomik krize karşı bu şekilde mi konsolide etti?

Marks’a atıfla anlatmak isterim; Marks’ın 18 Brumaire kitabında anlattıklarının daha sistematik ve daha faşizan bir haliyle karşı karşıyayız. Zaten iki savaş arasındaki klasik faşizm zaten Bonapartizmin başka bir raddeye sıçramış halidir. AKP de bunun 21. Yüzyıl versiyonu. 19-20. Yüzyıl aşırı sağının en nitelikli temsilcilerinden biri. Ne basitçe Bonapartist ne de faşist diyebiliriz ama oralardan anlayabileceğimiz şeyler var. Marks ne diyordu Bonapartizm hakkında; Bonapart köylülere size güneşi yağmuru her şeyi ben göndereceğim derken bu boş bir vaat değildi. Ne yapıyordu yeğen Bonapart; giderek büyüyen bir bürokrasisi ve bunun bir savaş kanadı oluşmuştu. İkisinin de yan sanayisi olarak yığınla iş alanı koca koca bulvarlar, dışarıda imparatorluk kurabilme hayali, vs. Burada köylülerin o kadar çıkarı vardı ki. Fransız köylüsü hem borç altında eziliyor hem de toprağını kaybediyordu. Beş oğlu olan köylü kime ne bırakacağım diyordu. Böyle bir sıkışıklık içinde emperyalizm onlara savaş umudu veriyor. Oğulların kahraman olacak, orduda yükselecek ya da savaş sanayinde çalışacak, sivil bürokraside yükselecek. Devletin böyle şişmesi köylüler için umut kapısı olmuştu. Bunun 21. Yüzyıl versiyonunu görüyoruz. Savaş bürokrasisi değil ama onun gibi büyüyen bir savaş sanayi. Bu ne kadar sürdürülebilir tartışılır ben sürebileceğini düşünmüyorum. Ama o işin akademik kısmı. Bizim duygu kısmını anlamamız lazım. Bu boş, ekonomik kısmı olmayan bir milliyetçilik değil. Biz hala siyasetçilerin işi anket mantığına sığdırdığını görüyoruz. İnsanlar kimlik için mi oy veriyor ekonomi için mi? Bu soru mantıksız çünkü insanlar sandığa bu bölünmüş kategorilerle gitmiyorlar, böyle yaşamıyorlar. Savaştan milliyetçilikten sadece kimlik ve gurur aranmıyor ama bunlar da var. Burada iş kapısı da var, savaştan gelecek onur ve gurur var, yan iş kolları var, ganimet var… bu kadar iç içe geçmiş durumda ki bunları milliyetçilik ve ekonomi diye ayırabilmek mantıklı değil. Bir milli ekonomi meselesi diyebiliriz. Akademik yanıyla konuşursak bunun bir sürdürülebilirliği yok çünkü geçmiş dönemlerin aksine neoliberal kapitalizm dünyayı kuşatmış durumda. Faşistlerin bir milli ekonomi kurabilme iddiası vardı ama şu an bunun bir geçerliliği yok. Devasa ekonomisi ve nüfusuyla Çin bile neoliberal kapitalizmin dışına çıkamıyor. İhracatla, ucuz emekle fazlasıyla ABD’ye bağımlı. Bizde kurulan ekonomi de batıya bağımlı olmaya ve ucuz emeği kemikleştirmek zorunda.

Türkiye’de 7 Haziran’dan beri 8 yıldır tüm genel seçimlerden ‘milliyetçilik yükseliyor’ yorumu çıkıyor. Adayların söylemlerine de farklı şekillerde yansıyan bir sonuç bu. Biraz önceki tartışmadan öte, aslında MHP’nin oylarını koruması, ZP ve Oğan’ın yükselişi, İYİ Parti’nin hiç değilse oylarını koruması… Sandık sonuçlarına kadar hiç konuşmayan, azalmayan belki artan bir milliyetçi nüfustan mı bahsetmek gerek? Orta sınıf, proleter, yeni kuşak, dışarıdan bakıldığında heterojen gözüken bir aidiyet var, siz nasıl görüyorsunuz?

Bu tespitler illa birbiriyle çelişmiyor, aynı şeyin farklı uzuvları gibi bakabiliriz. Analize dünya kapitalizmi ile başlamak gerekiyor. Neoliberal kapitalizm krizde ama onun yerine geçebilecek bir alternatif yok şu an ve buna tepkiler hep milli ekonomi eksenli gelişiyor. Macaristan’a baktığınızda da bu böyle; Çin ve Rusya da uzun zamandır devlet kapitalisti bir rotadalar. Milliyetçiliğin bu kadar sıçrayışta olmasının tarihsel kökenleri de var. Onun için farklı sınıfsal tezahürleri de var. Orta sınıfın başka işçi sınıfının başka beklentileri var. Tartışmanın çok parçası olmasa da siyasi partilerin gündeminde olan sermaye çevrelerinin de bu milliyetçilikten farklı çıkarları var, sermayenin bazı kollarının. Macaristan’da Orban Türkiye ve diğer benzerlerine nazaran çok daha net bir şekilde sırtını milli kapitalistlere yaslamış durumda. Neoliberal kapitalizmin dünya çapındaki sıkışmışlığından kaynaklanan bir cevap bu.

Diğer taraftan da ha jeopolitik bir mesele var. Amerikan hegemonyasının düşüşü ile ilgili. ABD artık istediği oyunu kuramıyor, bazı iktidarları yıkıyor ama yerine bir şey koyamıyor. Irak, Afganistan’da iktidarları devirdi ama yerine Amerikan yanlısı bir şey kuramadı ve bazı durumlarda bu daha büyük kaoslara yol açabiliyor ki Suriye’de gördüğümüz buydu. Suriye’de ABD ile Rusya yenişemedi ve ülke içinden çıkamadığı bir kaosa sürüklendi. Bunun Türkiye’ye yönelik tarafı, Türkiye de bu oyunlarda bir aktör olarak pay sahibi olma iddiasında oldu ama çözüm getirmek yerine iyice içinden çıkılamaz hale getirdi. Türkiye, Rusya, ABD, İngiltere bir arada Suriye’yi yok ettiler. Ama bedelini ödeyenler bu ülkeler değil direkt Türkiye oldu. Afganistan ve Suriye’deki durumdan kaçanlar Türkiye’ye geliyor. Bu bilinçli de bir tercih, Erdoğan bunları koz olarak kullanmak için özellikle Türkiye’ye çekti kendisi de Suriye’yi parçaladıktan sonra. Bu da milliyetçiliği körükleyen şeylerden biri; ABD’nin hegemonyasının çökmesi. Bu krizler derinleşerek devam edecek ama bunların tepkisi illa milliyetçi şekilde olmak zorunda değil. İşçi sınıfı ve ezilenler birleşebilirse bölgedeki sorunlara anti emperyalist tepkiler de verilebilir. Milli duygular, yurtsever bir yere akacaktır. Elbet ülkemizin bu baskılar altında yok olsun istemiyoruz ama asıl nefreti bu ülkeleri yok eden odaklara yöneltmek gerek. Sol popülizm ve sağ popülizm arasındaki fark da budur. Sağ popülizm kurbanları cezalandırırken sol popülizm o öfkeyi gerçek adresine yöneltir.

Bu seçimlerde muhalefet adaylarının ve solun çok kullandığı bir söz “Cehennemin kapılarını kapatacağız” Lula’nın Bolsonaro’ya karşı sloganıydı. Brezilya seçimleriyle de çok karşılaştırıldı Türkiye’deki seçimler. Lula Bolsonaro’ya meydan okurken, benzeri Bolivya’da Acre’nin kampanyasında da benzeri olmuştu, toplumsal örgütlenmeler; topraksız köylüler, sendikalar, işsiz örgütlenmeleri… Türkiye’de ise tam tersi bir tablo vardı seçimlerde. Türkiye’de önümüzdeki beş sene için solun tabandan geliştirebileceği, sınıf mücadelesi ekseninde gelişecek bir iktidar mücadelesi potansiyeli görüyor musunuz?

Potansiyelleri yapısal olarak var ama o onu ketlemek yerine beslemesi gerekiyor siyasetin. Brezilya’da bir önceki on yıla baktığımızda en büyük hatalardan biri, İşçi Partisi’nin örgütlenme geleneğini bırakıp daha profesyonel, bürokratik bir hale gelmesiydi. Biz nasılsa iktidarız, bize bir şey olmaz diyerek bizzat o topraksız köylü hareketlerinin içi hareketlerinin önderlerini bürokratlaştırdı işçi partisi. Brezilya bunun bedellerini ödedi. Bolsonaro gibi birisinin Brezilya’da yükselememesi lazımdı İşçi Partisinin bu kadar hâkim olduğu koşullarda. İşçi Partisi örgütçülüğü bıraktığı için yükseldi.

Türkiye’de bunun yapısal koşulları var; peki nereden başlanacak? İlk başlanacak yer emek sömürüsünün yükselecek olması. İktidar Türkiye’de istihdam yaratıyor işçi sınıfı büyüyor fakat aşırı çalıştırılan, sömürülen sürekli iş kazaları ve tehditleri arasında çalışan bir sınıf. Bu sınıf mücadeleye arada yöneliyor ama bunun siyasi kanalları oluşturulamıyor. 2015 Metal Fırtına buydu, bunun daha küçük boyutlarını kurye hareketlerinde gördük. Fakat bunları topluma kazandıracak bir siyasi çatı gerekiyor. Metal fırtınayı kim hatırlıyor? Bizzat AKP-MHP tabanıdır. Buradan yeni bir güç devşirilmedikçe ileri gidebilmek mümkün değil. Kürt hareketiyle de birleştirmek gerekiyor. 6’lı masa daha baştan Kürt hareketinin dışlanması üzerine kuruldu. Biz siyaseti bu kısa paslaşma içerisinde tutarsak Kürt hareketi de dışlanmaya devam edecektir. Bunun kırılacağı yer taban hareketleridir. Bunun üzerine çalışmak gerekiyor ki işçi sınıfının duyarsızlıkları, Kürt hareketine düşmanlıkları yıkılsın. Gezi’de en büyük meselelerden biri de beyaz yakalı işçilerin, orta sınıfın, cumhuriyete duyarlı insanların Kürt hareketiyle daha programatik bir kanalda buluşturulamaması, iş yerlerine taşınamaması oldu. İşçiler katıldı ama işçi kimliği ile katılmadı. Bizim bunları birleştirecek bir hatta ihtiyacımız var önümüzdeki 5 seneyi kazanabilmek için.