“Üç Nokta Beş Harf”
Şükrü Erbaş - Şair, Yazar
Bellek bizim hem ödülümüz hem cezamızdır, dedim. Bizim kendimizle ve dünyayla kurduğumuz ilişkiye göre, yaşadığımız gerçeğin bize verdiği acıya ya da sevince göre, geçip geldiğimiz geçmiş aklımızda kalbimizde gövdemizde istediği gibi at koşturacaktır. Bu, bir gün kötü bir hatırayı güzelleştirecektir, bir gün yaşadığımız sevinci karartacaktır. Belleğin diyalektiği nasıl işler, karanlık bölge ne zaman, nasıl ışıyıverir bilemeyiz ki... Sanırım bizi daha çok başlangıca götürür. Bu dönüş bize anlamayı öğretir, sevgiyi öğretir, bağışlamayı öğretir. Sona nasıl olsa gideceğiz de, belki bu gidişi biraz daha kabul edilir hale getirir. Bellek sadece hatıralarımızın kayıt yeri değildir, belki de ondan çok hayallerimizin kayıt yeridir.
*
“Şiir yazmasaydınız –ya da şair olmasaydınız– ne olurdunuz?” Bunun yanıtı yok, dedim. Lise yıllarına gidip, bugüne kadar yaşadığım hayatı sil baştan yaşamadan buna yanıt verilemez. Verilecek her yanıt, bugünkü aklımla, başlangıcı neredeyse 50 yıla varan bir yazı geçmişime hayat biçmek olacaktır. İnsan, hayatının hangi yöne evrileceğini bilemez de, kim olursa olsun, ülkesinden ve kültüründen bağımsız var olamaz, buna inanırım. Yetişip büyüdükten sonra, dünyayı bilecek bir bilgiye(!) ulaştıktan sonra bu “ana rahmini” reddedebilir miyiz? Teorik olarak evet. Ama ben buna da çok zor inanırım. Geçmişi olmayan bir şimdi ve gelecek nasıl kurulabilir ki? Dünyayı ve insanı önce kendi bilgimizle öğreniriz, sonra başka hayatların bilgisiyle yeniden öğreniriz. Ne diyordu Salman Rüşdi, “insan bir ülkeden ne kadar büyük bir kararlılıkla kaçarsa kaçsın yanına bir el çantası almadan edemez.”
*
Bir şiirin doğuşu, öyle mi... Gençken ilk dizelerin kâğıda geçmeden benimle dolaşmasına izin veriyordum ama yaşlandıkça iş değişti; hemen bir kenara not alıyorum. Akıl azalıyor mu nedir, unutuyorum. Ya da o ilk haliyle anımsamakta zorlanıyorum. Mallermé, “ilk dize Allah vergisidir, sonrası çalışma ister” der. Bir şiirin doğuşu kolay açıklanabilecek bir şey değildir. Hangi yaşantı, acı, öfke, korku, hüzün... hangi derinlerde ne kadar beklemiştir, neden o gün ışığa çıkmaya çalışmıştır ve neden o sözcüklerle varlık bulmak istemiştir, bilmek kolay değil. Belki gerekli de değil. Ondan sonrası bizden mutlak bir yalnızlık ve sessizlik ister. En azından bende olan budur. Biz o ilk dizelerden kocaman bir yapı kurarız. Anlamı, sesi, susuşu, uyağı, ritmi, ölçüyü... tuhaf bir sezgisel bilgiyle işler dururuz. Olup biteni ancak şiir bittiğinde bütün olarak görürüz ve anlarız. Bu büyülü bir süreçtir. Var olana şirk koşmaktır. İkinci bir tıkanmaya kadar soluk aldırır bize.
*
Bizim çocukluğumuzda nineler, teyzeler, halalar masallar anlatırlardı. Hiç görmediğimiz yerlerin hayalini kurmayı o masallar öğretti bize. Sonra kitaplarla sürdü bu öğrenme. Aslında olan şuydu; sözler, yazılar bir resim çiziyordu. Bir çöl resmi, dağ resmi, deniz diplerinin resmi, büyük kentlerin, ışıklı caddelerin resmi, buralarda çırpınıp duran kadınların erkeklerin resimleri. Hani Can Yücel “böyle böyle ezber ettim gurbeti” der ya o güzel baba şiirinde. Ben de harita okumayı, şiirler yazmayı, yazılan kitapların, masalların içinde gezmeyi böyle böyle ezber ettim.
Sonra teknoloji öyle bir yere geldi ki, dünyanın bütün kentleri, hayatları, çölleri, dağları, insanları avuçlarınızın içine sığdı. Artık hayal kurmuyorsunuz. Fotoğraftan bir gerçeğe bakarak her yeri, her şeyi biliyorsunuz! Aslında bu imkân bizi hiç düşünmediğimiz bir yabancılaşmanın da tam ortasına bırakıyor. İçinde yaşamadan tuhaf bir yalnızlıkla kuşatılıyoruz. Bu, giderek bizi bir korkunun içine atıyor. Bilmediğimiz hayatları yaşamadan tüketiyoruz. Oysa, içinde yaşamak öyle mi? Önceden sadece merak uyandıran hayatlar artık bizim hatıramız oluyor. Bizi, halka halka dünyanın sınırlarına taşıyor. Hayal, yaşamanın elifiyse, gerçek, büyümenin ve güzelliğin bütün harfleri oluyor.