İlk sloganımız, “Huzur İslam’da”. Ya nerede olacaktı kuzum?

İlk sloganımız, “Huzur İslam’da”. Ya nerede olacaktı kuzum?

Kuzu dedim aklıma geldi; kan kokusu hissetirmeyeceksin kuzuya; yoksa huysuzlanır. (meşhur sorunun cevabı; başta kansız olacak, teslim olduktan sonra elbette kanlı olacak) Üç ayağını güzelce bağlayacaksın, bir ayağı dışarıda kalacak ki, kesilirken onu rahatça oyanatabilsin. Ve elbette gözlerini de kapatacaksın bir bez parçasıyla. Kuyunun başına yatırıp, boğazını sevmeye başladığında tatlı bir huzur gelir kuzunun içine. Bu huzuru hissedersin. Artık teslim olmuştur, korkmuyordur, mutludur. Tıpkı 1984’ünün finali gibi; celladını seviyordur. Sonra keskin bıçak boynunda ince bir kırmızı çizgi açınca, hatta o çizgi kocaman bir kan şelalesine dönüşünce bile bu huzur gitmez. Kurban olmuştur o artık: Kurban olam size ben; yiyin beni, kavurma yapın, yağıma ekmek banın.

Huzur İslam’da elbette, kim aksini söyleyebilir ki? Kayseri’ye gidin, Konya’ya gidin; huzur manyağı olursunuz. İnsanlar huzur ister. Hastane kuyruklarında beklememek, insana yakışır hizmet almak ister.

Kulelerde yaşayan zevat bunu hala analiz etmemiştir. “Toplum sağcılaşıyor” derler; sağ ne, sol ne babo; sana hiç MS teşhisi kondu mu? Kutusu 300 lira olan ilaçlardan sekiz tane yazan bir doktor oldu mu? Kendi yalaka araştırma şirketlerinden kafanı kaldırıp, bir kez sordun mu; bu millet neden AKP’ye oy veriyor? Şerefsiz oldukları için mi? Sağa kaydıkları için mi? Beyinleri yıkandığı için mi? Taraf okudukları için mi?

Yoksa artık hastanelerde kuyrukta beklemedikleri, bir belediye veya devlet  dairesine gittiklerinde insanca hizmet aldıkları veya tek tek, ev ev kentsel doku taraması yapılıp, hangi evde engelli, hasta veya yaşlı var bilindiği için mi?

AKP'ye oy verenlerin, AKP'yi bir numara yapacak kadar belirleyici kısmı esas olarak, gündelik hayatındaki iyileşmelerden ötürü bu kararı almış olamaz mı? Hep es geçilen, görmezden gelinen dehşetli soru ya buysa?

İnsanlara "huzur veren" sadece İslam dini değil. Mutlak erk kazanmak için halkını (kuzucuklarını) besleme aşamasındaki tüm diktatöryalarda huzur vardır.   Dünyanın en huzurlu ülkelerinin Suudi Arabistan veya Kuzey Kore olduğuna iddiaya girebilirim. Birinci 12 Eylül Anayasası da, toplumun "huzur ve güven" için % 92 evet demesiyle onaylanmadı mı? Yanı başında gencecik çocuklar işkenceyle öldürülürken, esnaf efendi "Kenan Paşa ile huzurumuz yerine geldi" demedi mi?

Ya şimdi? Muhalifler binbir kumpasla tek tek yok edilirken "ay ne de huzurluyuz" diye eller çırpılmıyor mu? 12 Eylül faşizmini "Emekli Albay Hilmi Ertunç" şarkısıyla özetleyen abimiz bugün peçetesini katlamak için izin almıyor mu? Faşizmin illa ki bir kostümü mü olmalı? Emekli Albay Ertunç, şu an kim acaba?

Karamazov Kardeşler "huzur" ve "özgürlük" paradoksunu anlatmak için yazılmış bir şaheser: "İsa insanlara “özgürlük” vaad etti. Sonra; İsa öldükten 300 yıl sonra Romalı egemenler bambaşka bir din yarattılar. Bu din insanlara “özgürlük” değil “huzur” vaad ediyordu. Roma Devleti'ne göre kitleler özgürlük istemez. Sıradan insan için başını sokacak bir ev, pipisini sokacak bir kuku (veya tersi), tenceresini kaynatacak bir ateş yeter artar. Kitleler huzur ister. Budur Roma kilisesinin gücü. Ve yarın gün geldiğinde, İsa gökyüzünü yarıp dünyaya inmeye kalkarsa; bil ki onu önce Papa yakar; sonra da tüm hristiyanlar. Çünkü özgürlük en büyük düşmanıdır huzurun.”

Şimdi bazıları "özgürlük" ve "demokrasi" paketinden dem vuracak.

“Ama İlyas Beyciğim, bakınız sendikal hak ve özgürlükler arttı” filan deyip canımı sıkmayın benim. Çin pazarı açılınca Kayseri’de bir yılda 70 bin işçi, (aileleriyle birlikte 300 bin kişi) işsiz kaldı. Ekonomik zincirden çıkıp köy mübadelesiyle yaşamaya başlayan bu işçiler ne dediler biliyor musun (sormadın ki, nereden bileceksin): “Allah patronlarımızdan razı olsun, ekmeklerini yedik.” Ve şimdi bak, çok mutlular; çünkü stadyumları nefis.

Türkiye “kayserileşirken”, kim takar sendika kaymakamını? Sendikalı iki işçi varsa biri Koç’ta, biri Sabancı’da; varsın onlar düşünsün “demokrasi paketi”ni.

İkinci sloganımız İtalyan faşistlerinden arak: “Ya sev, ya terk et”

Ne doğru bir laf, değil mi? Çengel ağaca asılmış bir kere, uğraşma, didinme, çabalama... Hadi Serdar Turgut ve Cüneyt Özdemir’in izinden git; yetmedi Ahmet Hakan’ı ayarlayıp hacca git, o da yetmezse gelmişine geçmişine küfre git.

Biraz düşününce Malezya modeli hiç de kötü gelmiyor, ne dersin? Zaten biraz düşününce her şey güzel gelir. Çok düşünenlere ne olduğu da ortada.

Hadi sevelim sahibimizi: Bizi besledi, okşadı; kibarca kuyuya yaklaştırdı, burnumuza da kan kokusu getirmedi. Şimdi dellenip tepinip huzuru bozmaya ne gerek var? Kurban olalım ona, kul olalım, köle olalım.

Kopartılan tüm bu tantana küresel kapitalizmin, “ehl-i sünnet” bir ucuz emek cennetiyle Orta Doğu’da kısa vadede istikrarlı (hep öyle olur), uzun vadede (İran halledildikten hemen sonra) kaos içinde yaşayacak bir yarımamul ülkesi yaratma projesi. Bu, işçi haklarının, kadın haklarının, cinsel serbestliğin, sanatın, yaşam tarzının, bilimsel düşüncenin; özetle özgürlüğün ayaklar altına alınması projesi. Bu, toplumu işçi değil mürit, birey değil kul, bilim insanı değil teknisyen, gazeteci değil bülten yazarı yapma projesi. Yaşadığımız yarı sanal, yarı gerçek göreceli ekonomik iyileşme, özgürlüklerimiz yani varlığımız karşılığında önümüze konan bir balya saman... Minnettar mı olmalıyız?

Hal-i pür-melalimize bizim mahallede faşizm deniliyor. Hem de en kaypak, en alçak ve en zalim türünden bir faşizm. Faşizmlerden faşizm beğenecek halimiz yok. Eski faşizmi alaşağı etmek için yeni faşizmle ittifak kuracak halimiz hiç yok.

Ne bu samanı yemeye, ne bu tezgaha gelmeye niyetimiz var. Çünkü huzur ve özgürlüğün bir arada olacağı bir dünya hayal etmek pekala mümkün. O halde alalım boyaları ve vuralım fırçaları duvarlara; en kırmızı ve en siyah renklerle hem de; “Kahrolsun Faşizm”

Bir kez daha: “Kahrolsun Faşizm”

Ve yine: “Kahrolsun Faşizm”