1980' ler sonrasına hakim olan üçüncü küreselleşme dalgasının belirgin özelliği, neo-liberal birikim tarzının egemenliğine geçişti. Savaş sonrası dönemin "altın çağ"

1980' ler sonrasına hakim olan üçüncü küreselleşme dalgasının belirgin özelliği, neo-liberal birikim tarzının egemenliğine geçişti. Savaş sonrası dönemin "altın çağ" olarak nitelenen ve daha bölüşümcü özellikler taşıyan keynezyen birikim tarzıyla köklü bir kopuş bu döneme damgasını vurdu. Sistemin sermaye birikim tarzında ortaya çıkan sorunların çözümü için, bedeli geniş halk kesimlerine ödetilen yeni bir düzenleme rejimine geçildi. Açılan yeni dönemde, sosyal ka-zanımlarda önemli gerilemeler getiren, özelleştirmeler, yerelleştirmeler ve sermaye akımlarının liberalleştirilmesi yoluyla sermayenin değerlenmesine çok geniş yeni alanlar açan "yapısal reformlar" gündeme getirildi.

Bu birikim tarzının egemenliği, ulus-devlet sınırlarının ve ulusal sınırlamaların aşındırıl-masıyla birlikte pekişti. 19. yüzyılda iç gümrükler türü kayıtlara veya yabancı malların saldırısına karşı ulus-devleti savunarak mücadele eden genç sanayi sermayesi, 20 yüzyıl sonunda sınai ve mali sermayenin önündeki tüm iç ve dış engellerin kaldırılmasını, bu arada ulus-devletlerin aşındırılmasını savunma aşamasına gelmişti.

Şimdi, 21 yüzyılda, yeniden ulus-devlet yapıları etrafında yeni korumacılık eğilimleri uç vermeye başlamış bulunuyor. Yeni bir birikim tarzı mı, yeni bir küreselleşme biçimi mi? Bu sorular henüz erken görülebilir; ancak korumacılık eğilimlerinin kazandığı hız, gelişmelerin yönünü tanımlamak bakımından kolaylaştırıcı olabilir.

AB anayasasının reddedilmesi süreci Fransa ve Hollanda'da başlamış; AB'nin neo-liberal eksen üzerinden bir siyasi birliğe götürülmesi projesi böylece askıya alınmıştı. Ama olayın salt siyaset düzleminde durmayacağı anlaşılıyor.

Mart başında Fransa Başbakanı Villepin, yabancı sermayeye karşı Fransız şirketlerini korumak, Fransız şirketlerinin bölünmelerini önlemek ve sermayelerini güçlendirmek, çalışanlarını hissedar yapmak amacıyla bir dizi önlem almaya hazırlandıklarını açıklıyordu. AB Komisyonu başkan ve üyelerinin "ekonomik milliyetçilik" suçlamasıyla karşı çıkmalarına rağmen, süreç bir kez çalışmaya başlamıştı.

Nitekim Le Figaro gazetesinin Hükümetin aldığı önlemler konusunda gene Mart başında yaptığı bir kamuoyu araştırmasına göre Fransızlar, hükümetin yabancı sermayenin satın alma tehdidi altındaki ulusal şirketleri korumak için aldığı önlemleri destekliyordu. Bu bağlamda Fransızlar, İtalyan Enel şirketinin Fransız özel şirketi Suez'i satın almasını önlemek için, Suez'in, devlet şirketi niteliğindeki Gaz de France (GdF) ile birleştirilmesine yönelik hükümet önlemine destek veriyor ve devlet müdahalesine "ekonomik milliyetçilik" üzerinden değil, "Fransa'daki istihdam potansiyelini korumak" gerekçesiyle sıcak baktıklarını söylüyorlardı. Her durumda Fransız sermayesi ve onun hükümeti açısından bir operasyonla iki kuş vurulmuş oluyordu: Bir yandan yerli şirketin yabancı sermaye tarafından yutulmasının önü kesiliyor yani AB normlarına aykırı bir korumacılık hamlesi yapılıyor; ama diğer yandan ise, birleşmeden doğacak şirkette devletin payı yüzde 35-45 aralığına çekilmek suretiyle, başka koşullarda tepki çekebilecek -ama AB normlarına çok uygun- bir önemli özelleştirmenin daha kapısı ardına kadar açılıyordu. Bir başka deyişle, korumacılık ile liberalleşme birlikte yol alıyordu. ( Bu konularda Ergin Yıldızoğlu'nun 15 Mart 2006 tarihli Cumhuriyet'teki yazısını öneririz).

Örnekler giderek artıyor: Demir Çelik devi Mittal'in Arcelor'u almasının engellenmesi; enerji sektöründeki Alman E.ON şirketinin İspanyol Endesa şirketini almasına gösterilen İspanyol tepkisi; Fransız Danone'un Pepsi Co-la tarafından satın alınmasına direnilmesi, vb Böylece stratejik sektörlerde ulusal dirençler ve yeni korumacılık eğilimleri AB içinde de önemli yol katetmiş görünüyor ve AB'nin ekonomik entegrasyon hedefini dahi sorgulanabilir kılıyordu. Ama Atlantiğin öteki yakasında benzer durumlar olabiliyordu: ABD'nin altı limanının işletmesinin "güvenlik" gerekçesiyle Dubai'li şirkete verilmemesi, neo-liberalizmin şampiyonu açısından büyük bir geri adımdı.

Konunun başka yönleri de var: Çok Uluslu Şirketlerin 1980 sonrasındaki dönemde dahi çıkış ülkelerinin ulusal çıkarları ekseninde hareket etmekten genelde vazgeçmemiş olmaları; ARGE ve teknoloji üretiminin hala ulusal bazda gerçekleşiyor olması. Peki Türkiye'yi yöneten siyasetçilerin ve teknokratların böyle meseleleri var mı?

Not: Bu yazı, 28 Şubat ve 7 Mart 2006'daki yazılarımızın devamıdır.