Türkiye’de sosyalist düşünceyi ve hareketi merkeze koyarsak, bir yanda Kemalizm bağlantılı ulusalcılığın diğer yanda ise liberalizmin bu merkeze göre asimetrik konumda yer aldıkları görülür

Ulusalcılık ve liberalizm: Düşman gibi görünen kardeşler

Geçenlerde İleri portalda yazmıştık (http://ilerihaber.org/yazar/al-birini-vur-otekine-59859.html): Türkiye’de 15 yılda yaşanan siyasal süreçleri izleyenler, daha doğrusu bu süreçlere ilişkin yorumları okuyanlar, bu ülkede kendilerini “sol” olarak tanımlayan iki kanadın birbiriyle kapıştığı, süreçleri de temelde bu kapışmanın belirlediği izlenimine kapılabilir.

Kanatlardan biri liberaldir; ama solda durduğunu, “sol liberal” olduğunu söylemektedir.

Diğeri ulusalcıdır; ama günümüz Türkiye’sinde solu kendisinin temsil ettiği iddiasındadır.

Sanki ülkede bir sermaye sınıfı, onun siyasal partileri, iktidarları yoktur; ya da vardır da yollarını bu iki “sol” kanadın kapışmalarına bakıp öyle çizmektedir.

Sonuçta, ortada bir tuhaflık vardır ve nedenlerine eğilmek gerekmektedir.

Kısa bir tarihçe

Türkiye’de sosyalist düşünceyi ve hareketi merkeze koyarsak, bir yanda Kemalizm bağlantılı ulusalcılığın, diğer yanda ise liberalizmin bu merkeze göre asimetrik konumda yer aldıkları görülür.

Güncelliğin berisinde, tarihsel olarak da böyledir.

Nedeni, Türkiye sosyalist hareketinin bir ulusal kurtuluş mücadelesi içinde; ulusal kurtuluş paradigmasını kendi siyasal ve ideolojik çerçevesine kavuşturma uğraşındaki bir başka akımla aynı tarihsellikte şekillenmiş olmasıdır.

Sözü edilen akım, adını “Kemalizm” olarak da koyabileceğimiz erken dönem Cumhuriyet ideolojisidir.

Yaşanan tarihsel süreçte Kemalizm’in cumhuriyetçi, bağımsızlıkçı, laik, kamucu, halkçı vb. söylem ve iddiaları modern toplumsal sınıfların henüz tam olgunlaşmadığı bir dönemde sosyalist hareket üzerinde etkili olmuştur.

Bu etki 1960’lı yıllara kadar sürmüştür.

Sonuçta Türkiye sosyalist hareketi 1960’lı yılların sonuna doğru bu akımla ideolojik, siyasal, pratik ve örgütsel düzlemlerde hesaplaşmış, bu anlamda kendi “kopuş sürecini” büyük ölçüde tamamlamıştır.

Özetle Türkiye sosyalist hareketi, Türkiye’deki modernleşme süreçlerini, Kurtuluş Savaşı'nı, Cumhuriyet'i ve daha sonraki hamleleri bir “burjuva devrim” olarak nitelemiş, bu sınırı çizdikten sonra gözlerini burjuva devrimin ötelerine çevirmiştir.

Yeri gelmişken önemli saydığımız iki noktaya işaret edelim.

Birincisi: Türkiye sosyalist hareketi 60’ların sonuna denk gelen bu kopuşu kendi ana gövdesinin farklı öbekleriyle birlikte gerçekleştirmiştir. Başka bir deyişle, örneğin 1971 yılına gelindiğinde, burjuva devrimin tarihsel olarak ne anlama geldiği, bu anlamda “ilerici” sayılıp sayılmayacağı, Kemalizm’in ya da Cumhuriyet ideolojisinin bu çerçevede nereye oturduğu konusunda dönemin belli başlı sosyalist öbekleri arasında önemli görüş farklılıkları bulmak mümkün değildir.

İkincisi: Türkiye sosyalist hareketindeki bu de facto mutabakat 12 Mart döneminin ardından 12 Eylül’e kadar, 70’li yıllarda da sürmüştür. Bu dönemde de, Kurtuluş Savaşı’nın, Cumhuriyet'in, Kemalizm’in tarihsel yeri ve anlamı konusunda, 60’ların değerlendirmelerini yeniden masaya yatırıp kökten farklı sonuçlara ulaşan önemli bir sol öbekten söz edilemez.

Mesele elbette birden bire hidayete erme meselesi değildir; 60’lı ve 70’li yılların sosyalistleri en başta daha önceki dönemlerde olmayan güçlü bir sınıf dinamiği görmüşler, kendi kopuşlarını da salt düşünsel planda değil, kavramların, terimlerin, modellerin vb. içeriğini sınıf mücadelelerinden hareketle doldurarak gerçekleştirmişlerdir.

Ya liberalizm?

ulusalcilik-ve-liberalizm-dusman-gibi-gorunen-kardesler-186849-1.

Liberalizme gelince…

1980’lere kadar, Türkiye’nin düşünsel ve siyasal yaşamında az çok etkili olmuş, örneğin sağın muhafazakâr kesimlerini kendine çekerken sosyalist düşünce ve harekette de yansıma bulmuş bütünlüklü bir liberal ideolojiden söz etmek mümkün görünmemektedir.

Bu anlamda, sol versiyonları dâhil liberal ideoloji, Kemalizm ve ulusalcılıktan farklı olarak son 30-35 yılın olgusudur.

Ne var ki, bu tarihsel köksüzlüğüne rağmen liberal ideoloji Türkiye’de sosyalist düşünceyi ve pratiği Kemalizm’e ve ulusalcılığa göre çok daha fazla etkileyebilmiştir. Geriye dönüp bakıldığında görüldüğü kadarıyla bu etkide Sovyet sisteminin çöküşü ardından yaşanan ideolojik-siyasal dağınıklıkla birlikte Kürt siyasal hareketinin, solun pek çok kesiminde alıcı bulan “tarih tezlerinin” önemli payı bulunmaktadır.

Ulusalcılık ve Kemalizm’le hesaplaşma ilişkisi daha eskilere giden, bu anlamda daha donanımlı sayılabilecek sosyalist düşünce, diğer tarafta daha önce hemen hemen hiç tanışmadığı bir yüzle karşılaşmıştır. Üstelik bu yüz diğerine göre “kitapta yeri olan” kavramları ve terimleri daha fazla kullanıyor, Gramsci’den söz ediyor, sivil toplum diyor, çöken sosyalizm deneyimlerine ilişkin değerlendirmeler yapıyor, özetle sosyalistlerin karşısına geçip “bir de ben varım” diyordu.

12 Eylül’ü izleyen 80’li yıllardaki kimi işaretlere ve nüvelere karşın liberal ideolojinin sosyalist düşünce ve hareket üzerindeki etkileri en ağır biçimde 1990’lı yıllarda hissedilmiştir.

2000’lerle birlikte dünyadaki genel gerilemesine paralel olarak liberal ideolojinin sol üzerindeki etkisi de önemli ölçüde zayıflamıştır.

Tarihçeyi geçip, güncel duruma gelelim.

Düşler âleminde gezintiler

Sosyalist hareketin zaaflarına ve bıraktığı boşluklara rağmen kendi başlarına güçlenip önemli siyasal aktörler konumuna gelemeyen ulusalcılık ve liberalizm, son 14 yıllık AKP iktidarı sırasında kendilerini bu iktidar dolayımıyla var etmeye çalışmıştır.

İlk sahne alan liberalizm olmuştur. “Küreselleşme”, AB üyeliği, geleneksel bürokratik yapıların tasfiyesi, Kürt sorununa farklı yaklaşım, “asker vesayetine” son verilmesi, “12 Eylül’le hesaplaşma” beklentileri, liberal, kanadı AKP iktidarının yanına çekmiştir.

Siyasal düzlemde kendi başına güç olamayan, olması mümkün de olmayan liberalizm, AKP yandaşlığı ve destekçiliğiyle kendine belirli bir alan tutmaya çalışmıştır.

Özellikle 17/25 Aralık’la birlikte iktidar blokunun çatlaması üzerine sahne almaya çalışan ise, bu kez ulusalcılar olmuştur. Önceki dönemde liberaller nasıl “AKP iktidarına yön verme” hüsnü kuruntusu içindeyseler, bu kez ulusalcılar AKP’yi, ABD emperyalizminin karşısına dikip “Mustafa Kemal’e teslim olmaya” ikna ettikleri zehabına kapılmıştır.

Uzun süren AKP yandaşlığı dönemi sona erdiğinde liberaller arasından düşlerinden uyanıp “kandırıldık”, “kullanıldık” diyenler çıkmıştır.

Bugünün AKP yandaşı ulusalcılar da yarın benzer itiraflarda bulunabilecekler mi?

Pek sanmıyoruz.

Fazlaca “yırtıktırlar”; muhtemelen “siyaset yapıyoruz, o dönem o gerekiyordu” diyeceklerdir.

Ortak nokta: “güçlü Türkiye” düşü

Konuya biraz daha yakından bakıldığında, düşman kardeşler izlenimi veren bu iki kanadın kimi ortak noktaları olduğu görülür: İkisi de eski bir rüya, “güçlü, bölgesinde ve dünyada sözünü dinleten Türkiye” peşindedir; ikisi de bu nedenle siyasal iktidarlara yamanma arayışı içindedir.

Ulusalcı kanat, bu özlemini “anti-emperyalizm” söylemiyle farklı göstermeye çalışsa bile kendi bölgesinde “kodu mu oturtan”, vurduğunda düşüren emperyal bir Türkiye peşindedir. “Dış güçler” Türkiye’nin işlerine karışmamalıdır; çünkü Türkiye artık farklı uluslararası bağlantılarla da olsa kendi bölgesinde egemen güç olacak konuma gelmiştir. Ulusalcı kanat bu nedenle iktidarların dış operasyonlarına hep destek olmuştur, olmaktadır.

Liberal kanat ise, 1980’lerin sonundaki ilk şekillenişinden bu yana hep “Türkiye nasıl bölgesel bir güç olur” sorusunun yanıtını aramış, kendince bulduğu yanıtlarla iktidarlara tüyo vermeye çalışmıştır. Daha açık söylersek, Türk liberalizminin mozaik, hoşgörü, çeşitlilik, Kürt sorununda çözüm gibi başlıklarda sergilediği “çağdaş” tutumun geri planında hep “bölgesinde egemen Türkiye” vizyonu olmuştur.

Sonuçta, Türkiye aydınında Osmanlı’dan bu yana bir yeri olan sosyal Darwinizm, yani bir ülkenin ancak başkalarının üzerine basarak yükselebileceği anlayışı, temelde her iki kanat tarafından da paylaşılmaktadır.

Biri Kürt sorunu konusunda çok sekter ve dışlayıcıysa, ırkçılığından çok “Türkiye sizin yüzünüzden güçlenemiyor” öfkesindendir.

Diğeri Kürt sorununa daha çözümden yana yaklaşıyorsa, liberal, hümanist vb. değerlerinden çok “Türkiye sizinle birlikte gerçek bir bölgesel güç olur” beklentisindendir.

Buraya odaklanıldığında, Türkiye’deki ulusalcılıkla liberalizmin düşman görünümlerine karşın kardeş olduklarını görmek güç olmayacaktır.

•••

Aralarındaki başka bir ortak noktaya daha değinebiliriz: Her ikisi de son tahlilde sosyalizm düşmanıdır…

Bildiğimiz sosyalizm bir ufuk olarak bile her ikisinin de gündeminden çoktan düşmüştür. Sorsanız, ikisi de eşitlikten yana olduklarını söyleyecektir. Ama bu, ilki için “ülkeler arasında”, diğeri içinse insanlar arasında, üretim tarzından, emek-sermaye çelişkisinden ve sömürü olgusundan büsbütün bağımsız olarak gerçekleşmesi beklenen, 19. yüzyıl başlarından kalma bir eşitlik ütopyasıdır.

Bu nedenle bir kez daha al birini vur ötekine demek gerekmektedir.