Uluslararası adalet ve ‘Küresel Güney’
“Küresel Güney” ülkelerinin Ukrayna ve Gazze gibi krizlere yaklaşımı kendi içinde çeşitlilik arz ediyor. IISS’in raporuna göre “Küresel Güney” olarak nitelendirilen 127 ülkenin pozisyonları, liberal uluslararası düzendeki çatlağın daha da büyüyeceğine işaret ediyor.
Doç. Dr. Onur İŞÇİ
Ocak ayına girerken bir yandan geçen yıl olup bitenlere bakıp diğer yandan önümüzdeki ayları düşünüp iyimserlik ve karamsarlık arasında gidip geliyoruz. Birçok dilde ocak ayının etimolojisi iki yüzü farklı yönlere bakan Roma tanrısı Janus’tan geliyor. Ancak “Janus yüzlü” deyimi aynı zamanda “ikiyüzlü” anlamına geliyor. Geçen gün yazdığım makalede uluslararası sistemin kurallarını belirleyen devletlerin Gazze’de, Ukrayna’da ve başka bölgelerde yaşanan krizlerde neden Janus gibi davrandıklarından bahsetmiştim. Ancak Batı’nın ötesine baktığımızda, diğer ülkelerin bölgesel krizlere yaklaşımı ne kadar tutarlı? Farklı devletlerin dış politikalarını tek tek incelediğimizde Gazze’ye yahut Ukrayna’ya yönelik net bir pozisyon belirlemiş gibi görünseler de, koordine edilmiş somut bir çözüm önerileri yok.
Uluslararası Stratejik Araştırmalar Enstitüsü’nün (IISS) yayımladığı bir rapora göre “Küresel Güney” olarak nitelendirilen 127 ülkenin Ukrayna Savaşı’ndaki pozisyonları, liberal uluslararası düzendeki çatlağın daha da büyüyeceğine işaret ediyor. Rapora göre bu ülkelerin yarısı ya Rusya’yı destekliyor ve savaştan NATO/Batı’yı sorumlu tutuyor ya da tamamen tarafsız kalmayı tercih ediyor; diğer yarısı ise Rusya’nın askeri operasyonlarını onaylamıyor ancak Batı’nın uyguladığı ekonomik yaptırımlara katılmıyor. İkinci Dünya Savaşı sonrası kurulan uluslararası düzen ile uyuşmayan ve Batı’da benimsenen çatışma çözümü yöntemlerini reddeden devletlerin başında Rusya ve Çin geliyor; ancak listeye İran ve Türkiye gibi kurallara dayalı düzeni adaletsiz bulan devletlerin de eklenmiş olması dikkat çekici. ABD Başkanı Joe Biden’ın yahut Avrupa Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen’in, Gazze’deki İsrail operasyonlarını Rusya karşısında Ukrayna’nın mücadelesine benzetmeleri, mevcut uluslararası sistemin çifte standardını eleştiren devletlerin tezlerini meşrulaştırmış oluyor.
Bununla birlikte, “Küresel Güney” etiketi altında yer alan ülkelerin Ukrayna ve Gazze gibi bölgesel krizlere yaklaşımı, kendi içinde çeşitlilik arz ediyor. Yerel dinamikleri birbirlerinden farklı olan ülkelerin liderleri sağ-sol siyasi spektrumundaki oryantasyonlarına göre farklı stratejiler belirliyor. Latin Amerika buna güzel bir örnek.
LATİN AMERİKA ÖRNEĞİ
Ukrayna Savaşı’nda Batı’nın tavrını onaylamayan Brezilya Cumhurbaşkanı Lula da Silva, ABD’yi savaşı uzatmakla suçlamış ve Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin (BMGK) daimi üyelerinin veto yetkilerini kötüye kullanarak küresel istikrarsızlığı derinleştirdiğini ifade etmişti. Brezilya, Roma Statüsü’ne imzacı bir devlet olduğu için Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin (UCM) tutuklama/gözaltı kararlarını uygulamak zorunda. Ancak Lula da Silva, gayet net bir şekilde Putin 2024 yılında Rio’da düzenlenecek olan G-20 Zirvesi’ne katılırsa böyle bir şey yapmayacağını açıkladı. Benzer şekilde, dış politikadaki prensipli duruşuyla bilinen Şili Devlet Başkanı Gabriel Boric, İsrail ve ABD’yi sert bir şekilde eleştirerek İsrail’deki büyükelçisini geri çekti. Kolombiya Başkanı Gustavo Petro bir adım ileriye giderek İsrail’in Gazze’deki operasyonunu “soykırım” olarak tanımladı. Bolivya başkanı Luis Arce ise İsrail ile tüm diplomatik ilişkileri kestiklerini açıkladı.
Arjantin’in yeni seçilen sağ-popülist başkanı Javier Milei ise komşularının tam tersi bir diplomasi belirlemiş durumda. Buenos Aires’te Yahudi sporcuların katılımıyla 30 Aralık’ta gerçekleşen Pan American Macabi Turnuvası’nda konuşan Milei, “İslami terörizme karşı mücadele veren İsrail’i koşulsuz bir şekilde desteklediklerini” söyledi.
SAĞ POPÜLİSTLER
Tıpkı Milei gibi, Hindistan Başbakanı Narendra Modi de 7 Ekim saldırısı sonrası İsrail’i desteklediklerini açıkladı. Hindistan her ne kadar iki devletli çözümü savunuyormuş gibi görünse de Filistin politikasında ciddi bir dönüşüm geçirmiş olduğunu görüyoruz. 1947 yılında Birleşmiş Milletler’de (BM) Filistin’in bölünmesi ve İsrail’in kuruluşuna dair yapılan oylamada ret oyu kullanan Hindistan, 1950 yılında İsrail’i tanısa da 1992 yılına dek diplomatik ilişki kurmadı. Dekolonizasyon ve Soğuk Savaş yıllarında Bağlantısızlar Hareketi’nin önemli bir üyesi olan Hindistan, NATO üyesi Türkiye gibi, bir yandan Batı bloku diğer yandan Doğu bloku arasında denge politikası takip etmişti. 1974 yılında Filistin Kurtuluş Örgütü’nü tanıyan Hindistan’ın Ortadoğu siyasetinde Filistin’e destek, çok önemli bir rol oynamıştı. Ta ki Modi’ye kadar. Bugün dış politikada prensiplere değil pragmatizme ve çıkarlara odaklı bir siyaset belirleyen Hindistan Halk Partisi (Bharatiya Janata) 4 sebepten dolayı İsrail’e koşulsuz destek oluyor:
• 200 milyonluk Müslüman nüfusu ve komşu Pakistan yüzünden siyasi-İslam meselesinin Hint iç politikasında oynadığı rol,
• Rusya’ya olan yakınlığı ve ticari ilişkileri sebebiyle ABD’den gelen eleştirileri İsrail’e yakın durarak bertaraf etmek yahut dengelemek,
• Modi ve Netenyahu’nun birbirlerine benzer siyasi görüşlerinin olması,
• Hindistan-İsrail arasında günden güne gelişen ziraat ve savunma gibi alanlardaki işbirliği.
Öyleyse Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin ve (İsrail’e soykırım davası açan) Güney Afrika gibi ülkeler yalnızca liberal uluslararası sistemle uyuşmazlık yaşamıyor, bölgesel krizlere yönelik kendi içlerinde de farklı politikalar belirliyorlar. Mısır, Etiyopya, İran, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri, 1 Ocak 2024 itibarıyla BRICS’e katılırken Arjantin’in yeni lideri Javier Milei gruptan çıktıklarını açıkladı. Bu farklılıkları göz önünde bulundurursak, makalenin başında bahsedilen (gelişmiş Batılı memleketlerin dışındaki) 127 ülkeyi tek bir “Küresel Güney” etiketi altında toplayabilir miyiz?
YENİ SOL VE ÜÇÜNCÜ DÜNYA
Amerikalı yazar ve “Yeni Sol” hareketi aktivistlerinden Carl Ogelsby, bu terimi ilk defa 1969 yılında, Vietnam Savaşı protestolarının ABD’yi karıştırdığı günlerde kullanmıştı. Uluslararası düzenin adaletsizliğine vurgu yaparak, gelişmiş Kuzey’in “Küresel Güney’i” boyunduruğu altında aldığını yazan Ogelsby, “Üçüncü Dünya” terimine bir alternatif ortaya atmıştı. Soğuk Savaş boyunca kullanılan Birinci Dünya (ABD ve Batılı müttefikleri); İkinci Dünya (SSCB ve Doğu bloku) ve Üçüncü Dünya (kolonyalizmden yeni kurtulmuş, gelişmekte olan ve çoğunlukla Bağlantısızlar Hareketi üyesi) ifadeleri 1970’lerde geçerliliğini yitirmeye başladığında, “Küresel Güney” terimi ile daha sıklıkla karşılaşmaya başladık. Özellikle Batı Alman Şansölyesi Willy Brandt’ın 1980 tarihli raporundan sonra, Küresel Güney hem ekonomik bir bölgeyi (kişi başına düşen GSMH’si düşük olan) hem de coğrafi (Rio’dan Meksika Körfezi’ne, Atlantik Okyanusu’ndan Doğu Akdeniz ve Orta Asya’ya uzanan) bir bölgeyi tarif etmek için kullanılıyordu.
Ancak, kendi içinde jeopolitik bir bütünlük taşımayan (Ukrayna ve Gazze savaşlarında gördüğümüz gibi) dünya nüfusunun 3’te 2’sine sahip bu denli heterojen 130’a yakın ülkeyi kategorize etmek artık pek doğru değil. İktisadi sebeplerden dolayı da bu terim geçerliliğini korumuyor. Küresel Güney ülkelerinin bir bölümünün kişi başı GSMH’si oldukça yükseldi ve satın alma gücünü de hesaba kattığınızda gruptaki diğer ülkeler ile arasını açan örnekler var. “Bir ifadeye takılmak neden bu kadar önemli?” diye soran okuyucular olabilir. Esas mesele terimin anlamsal geçerliliğini yitirmesinden ziyade, birçok bölgesel aktörün güçlendiği çok kutuplu uluslararası sistemde yalnızca Batı’nın değil, diğer ülkelerin de çatışmaların önlenmesine yönelik koordine edilmiş somut önerilerinin olmayışı. Bu yüzden 2024 yılına girerken iyimser olmaya çalışsak da, kapsayıcı, barışçıl ve “daha adil” bir düzene kavuşmamız maalesef pek mümkün görünmüyor.