Google Play Store
App Store

Türkiye’nin yüzölçümü İngiltere’nin yüzölçümünden yaklaşık 3 kat daha büyük. Bu duruma rağmen gıda ürünlerine ulaşma maliyeti, İngiltere’ye kıyasla çok daha yüksek. Tarım ve gıda politikaları sorgulanmalı.

Umut tohumları
Fotoğraflar: Depo Photos

Sadık ÇELİK - Gastronomi Uzmanı

DÜN…

"Köylü milletin efendisi" sözünün yankılandığı Anadolu toprakları bir zamanlar bereketin ve bolluğun sembolüydü.

Milletin göz bebeği bir şahsiyetin dilinden dökülen ve milletin göz bebeği olması gereken köylüyü yüceltmek üzere söylenen bu vecize, 1920'lerin zorlu şartlarında bile göz kamaştırıcı bir umut ışığıydı.

Traktör sayısının bir elin parmaklarını geçmediği o günlerde, Anadolu'nun namuslu yüzleri, kara sabanlarla toprağı işler, erkek nüfusun yokluğunda kadınlar ve çocuklar, ülkenin yiyecek ihtiyacını karşılamaya çabalardı.

Bu çabayı takdirle anmak gerekir…

Atatürk, toprakların işlenmesinin ve ürünlerin halka adil bir şekilde dağıtılmasının, ancak örgütlü bir alt yapı ve kooperatifçilik yoluyla mümkün olabileceğine inanıyordu. Atatürk'ün ileri görüşlülüğünün somut bir ifadesi olan Köy Enstitüleri, Anadolu'nun bağrında yeşermeye başladı. Bu müesseseler, köylüyü sadece tarımın alın teriyle değil, aynı zamanda bilgiyle de donatma amacı güdüyordu. Enstitüler, toprakla haşır neşir olan köylünün bilgiyle buluşmasını sağlayarak, çocuklarını eğitime kazandırmış, böylece toprağın sadece ekilip biçilecek bir alan olmadığını, aynı zamanda fikirlerin de yeşerebileceği bereketli bir zemin olduğunu göstermişti.

Ancak, bu aydınlanma meşalesi, büyük toprak sahiplerinin dirençli rüzgarlarına maruz kaldı. Onlar, kooperatifçiliği ve eğitimi, tehditkâr bir "komünist icadı" olarak damgalayarak, bu tohumların toplumda filizlenmesini engellemeye çabaladılar. Bu mücadele, Anadolu'nun yürekli topraklarında ve daha geniş bir Türkiye manzarasında, süregiden egemenlik kavgasının bir yansımasıydı.

Eğitimin ön saflarında yer alan Köy Enstitüleri, köylüye layık olduğu onuru sunmak ve onu topraklarıyla uyum içinde bir hayata sevk etmek için kıymetli bir çaba olmuştur.

Mustafa Kemal'in vizyonu, toplumun can damarları olan tarım ve hayvancılık sektörlerini modernleştirme yönündeydi. Anadolu'nun bereketli topraklarında kooperatifçilik hareketinin filizlenmesini sağlamak için çaba sarf etti. Bu çabalar sadece üretim kooperatifleriyle sınırlı kalmadı, ülkenin ekonomik temellerini sağlamlaştıracak daha geniş bir dönüşümü hedefledi.

Cumhuriyet döneminin endüstriyel hamleleri, Etibank, Sümerbank, Ziraat Bankası, iş Bankası gibi finans kurumlarından, Tariş, Çukobirlik gibi üretim ve pazarlama birliklerine, taş kömüründen demir-çelik sanayiine, çimento ve şeker fabrikalarından et ve balık işleme tesislerine kadar birçok alanda kooperatif ve kamu teşebbüslerinin birlikteliğini ortaya koydu. Bu kurumlar, toplumsal ve ekonomik kalkınmanın lokomotifleri olarak görüldü.

Bugün Avrupa'da Peugeot gibi otomobil devleri, İngiltere'de büyük gros marketler gibi yapıları gözlemlediğimizde, devletin hala bu kurumların işleyişinde etkin bir rol oynadığını görüyoruz.

Tüm dünyada tarım ve hayvancılık sektörleri, devlet sübvansiyonları ile desteklenmekte, küçük aile tarım işletmeleri ile kooperatifler korunmakta ve teşvik edilmektedirler. Bu destekler, piyasa dinamiklerinin sert koşullarına karşı savunmasız kalan üreticiler için hayati öneme sahiptir ve sürdürülebilir bir tarım ekonomisinin temel taşlarından birini oluşturur. Dolayısıyla, devletin sadece endüstriyel kurumlar için değil, aynı zamanda tarım sektörü için de önemli bir düzenleyici ve destekleyici güç olduğu anlaşılmaktadır.

Türkiye'de ise, 1950'lerden sonraki rasyonel olmayan politikalar neticesinde, tarım ve hayvancılıkla uğraşan kesimler, adeta cezalandırılmış ve özelleştirme furyası ile pek çok değer elden çıkmıştır. Halbuki Mustafa Kemal'in mirasına sahip çıkarak, bu sektörlerin yeniden canlandırılması ve halkın lehine bir düzenin inşa edilmesi, tarihi bir sorumluluk ve zorunluluktu… Bu, yalnızca ekonomik refahın değil, aynı zamanda toplumsal adaletin de bir göstergesi olacaktı…

Zamanın akışı içinde, giderek iyileşen olanaklarla birlikte, “1920’lerle başlayan söz konusu umut tohumlarının serpilip koca bir ormana dönüşmesine şahit olduk,” demeyi arzu ederdim. Ancak bu süreç beklenen meyvelerin tümünü ne yazık ki vermedi.
Bir zamanlar verimli topraklar üzerinde, bir kişinin emeğiyle beslenebilen geniş aileler yaşarken, şimdilerde beş kişinin alın teri ancak kendi karınlarını doyuracak kadar ekmeğe yetiyor. Bereketin yerini yoksulluk ve çaresizlik aldı; üretimden uzaklaştıkça sofralarımız da boşaldı. Topraklarımızın terk edilişi, şimdiki açlık sınırında sürdürülen hayatlarımızın da habercisi oldu. Bu sürecin vadettiği bereket yerine, toplumun geniş kesimleri, çetin bir hayat mücadelesi vererek, zorluklar içinde yaşamaya mahkûm bırakıldı.

Bu durum karşısında ülkeyi yönetenlerin vicdanları nasıl bir uykuya dalar, merak konusudur.

Türkiye, 50’lerden itibaren köyden kente göçle başlayan bir dönüşüm sürecine girmiştir. Bu süreç, tarım arazilerinin terk edilmesiyle sadece tarım aklını değil, aynı zamanda toplumsal zekamızı da yitirmemize sebep olmuştur. Sonrasında pek çoğumuzun Almanya'ya göç ettiği bir dönemi yaşadık ve şimdi yine benzer bir dönüşüm sürecinin içindeyiz; fakat bu defa karşılaştığımız durum çok daha ağır ve yüreğimize dokunan bir realiteye işaret ediyor. Derin yoksulluk, alt gelir grupları için bir yaşam biçimi haline gelirken, ülke gençliği, akademisyenlerden, mühendislerden, doktorlardan oluşan kalabalık ve nitelikli kesimiyle, her şeyin değersizleştirildiği bir ortamda ülke için hayal kuramıyor. Bu nedenle, daha iyi bir yaşam umuduyla yurt dışına gitmeyi düşünüyor ve böylece Türkiye, beyin göçünün acı gerçekleriyle karşı karşıya kalıyor. Şimdi, tarımın ve zekanın ardından, ülkenin aklını, en değerli varlıklarını yitirme riskiyle karşı karşıyayız.

Bu, derin bir umutsuzluğun ve “büyük bir potansiyelin” göçünün simgesidir.

Ne olursa olsun, geçmişin zorluklarına ve engellemelere rağmen, Atatürk'ün vizyonu, bugün bile tarım ve hayvancılığın yeniden canlanması için ilham kaynağı olmaya devam ediyor.

BUGÜN…

Süregiden tarım politikaları, pazar dinamikleri ve küresel ekonomik şartlarla beraber çiftçimizin alın teri ucuzladı. Emeği göz ardı edildi.

Üretim ve tüketim döngüsünde yaşanan dengesizlikler, tarımsal üretimdeki plansızlık, enflasyon ve tüketici fiyatlarındaki adaletsiz artışlar, bugün geldiğimiz noktada, halkın (yeterli ve sağlıklı) gıdaya erişimini bir hayli zorlaştırdı.

Bugün, Türk çiftçisinin karşılaştığı en temel sıkıntı, üretim ve tüketim dengesinin doğru kurulamamasıdır. Bir önceki sezonun talebine göre hareket eden çiftçiler, yüksek talep nedeniyle patates ekmekte, ancak ertesi yıl herkes aynı ürünü ektiği için ürün bolluğu yaşanmakta ve bu durum fiyatların düşmesine neden olmaktadır. Bu döngü, çiftçileri mali krize sürükleyerek, bir sonraki sezon için tohum ve ilaç gibi temel girdileri bile karşılayamaz hale getirmektedir. Hayvansal üretimle alakalı da benzer durumlar söz konusudur.

Bu sorunları daha da derinleştiren bir diğer etken ise, dağıtım, satış ve pazarlama kanallarının çağın ihtiyaçlarına cevap verememesidir. Gelişmiş lojistik ve pazar yerlerine erişemeyen ve ürünlerini adil bir değerle pazarlayamayan çiftçiler, ETBK ve SEK gibi kurumların sağladığı destek ve istikrar yetersizliğinden de muzdarip durumdadır. Özellikle küçük ölçekli üreticiler, ürettikleri ürünleri adil bir piyasa değeriyle tüketiciye ulaştırma şansına sahip olamıyor, büyük market zincirleri ve aracılar karşısında güçsüz kalıyorlar. Et ve Balık Kurumu'nun içinin boşaltılması, işlevselliğini yitirmesi ve bütünüyle sembolik bir hale getirilmesi, bunun yanında Süt Endüstrisi Kurumu’nun özelleştirilmesi, bu zorlukları daha da artırmıştır. Sonuçta tarım sektörü, vahşi serbest piyasanın insafına terk edilmiştir. Tüm bu dağıtım ve pazarlama sorunları, sürdürülebilir bir tarım politikasının geliştirilmesinin acilen ele alınması gereken önemli konular arasına girmiştir. Söz konusu dağıtım ve pazarlama zorlukları, sürdürülebilir bir tarım politikasının acilen ele alınmasını gerektiren önemli konular arasında yer alıyor.

Sonuç olarak; gerek bitkisel gerek hayvansal üretimde tüm süreçler adım adım planlanmalı ve kooperatifçilik ilkeleri doğrultusunda hareket edilmelidir.

Türkiye'nin yüz ölçümü, İngiltere'nin yüz ölçümünden yaklaşık 3 kat daha büyüktür. Bu coğrafi avantajına rağmen, Türkiye'de gıda ürünlerinin tüketiciye ulaşma maliyeti, İngiltere'ye kıyasla çok daha yüksektir. Bu durum, ülkenin tarım politikalarını ve gıda üretim stratejilerini sorgulamaya açar.

İngiltere gibi nispeten küçük bir yüzölçümüne sahip olan Hollanda'nın tarımda dünya liderleri arasında yer alması ve deniz seviyesinin altındaki bir ülke olmasına rağmen yüksek verimlilikle üretim yapması, etkili planlama ve yatırımın önemini vurgular.

Türkiye'nin en büyük sorunlarından biri, halkın beslenmesi ve gıdaya erişimi konusunda oluşan dengesizliklerdir. Tarladaki ürünlerin üretim maliyeti ile marketlerdeki satış fiyatları arasında büyük bir uçurum mevcuttur. Limon üreticisinin düşük fiyatlarla bile ürünlerini satamamasına karşın, marketlerdeki fiyatların yüksek olması gibi çelişkiler, sistemin işleyişinde ciddi sorunlar olduğunu göstermektedir.

Örneğin, bu yıl üretilen domatesin marketteki fiyatı üretim maliyetinin beş katına çıkabilmekte, bu durum ekonomik dengesizliklerin acı bir göstergesi olarak karşımızda durmaktadır. Rakamların dili, mevcut durumun ciddiyetini ifade etmekte yetersiz kalmakta, bu örnekler, Türkiye'de gıda ve tarım alanındaki mevcut sorunları açıkça ortaya koymaktadır.

Modern tarım tekniklerinin ve makinalaşmanın yüceltildiği günümüz dünyasında, bir yandan teknolojinin nimetlerine hayranlıkla bakarken, diğer yandan da Kanada'dan mercimek, Ukrayna'dan hububat, yine Ukrayna’dan ve Rusya'dan ayçiçeği gibi temel gıda maddelerinin ithalatına bağımlı hale gelmiş durumdayız. Bu çelişkilerle dolu gerçeklik içinde, etten buğdaya kadar süregelen ithalat zinciri, Türkiye'nin tarım ve ekonomi alanında içine düştüğü durumun acı bir tezahürü olarak karşımızda duruyor. Her yeni ithalat haberi, kendi topraklarımızın bereketini yitirdiğimizin ve dışa bağımlılığımızın çarpıcı bir hatırlatıcısı oluyor.

Türkiye'de beslenme ve gıdaya ilişkin tarım ve hayvancılık sektörleri çok sayıda profesyonel kurum ve nitelikli insan kaynağına sahip olmasına rağmen, bu kaynakların koordineli ve örgütlü bir şekilde hareket edememesi önemli bir sorun olarak karşımıza çıkmaktadır. Osmanlı döneminden itibaren tarımsal bilgi ve deneyimin biriktiği bir ülke olarak Türkiye, bu mirası modern tarım pratikleriyle bütünleştirebilecek potansiyele sahiptir. Ne var ki, nüfus artışı ve göç hareketleriyle birlikte, tarım arazilerinin kullanımında azalma ve terk edilme eğilimi görülmektedir.

Türkiye'nin 85 milyonluk nüfusunu ve ev sahipliği yaptığı “mültecileri” göz önünde bulundurduğumuzda, bu demografik yapının ihtiyaçlarını karşılayabilecek düzeyde gıda üretimi ve tarımsal faaliyetlerin sürdürülmesi, kuşkusuz önemli bir zorluktur.

Nitekim modern tarım ve makinalaşma alanındaki ilerlemelere karşın, et ve hububat ithalatının yüksek seviyelerde olması, yerel üretimin yetersiz kaldığının bir göstergesidir.

Bu durum, Türkiye'nin kendi topraklarındaki zengin tarımsal potansiyeli değerlendirememesinin ve kendi gıda güvenliğini sağlamakta zorlanmasının acı bir tezahürüdür.

Kentlerin göğe yükseldiği, tarım arazilerinin her geçen gün azaldığı, su kaynaklarımızın tükendiği, ormanlarımızın yok olduğu hazin bir tablodur bu…

Eğitim kalitesinin düştüğü, yeterli ve nitelikli beslenmeye, hatta beslenecek gıdaya ulaşamayan çocukların bedensel ve zihinsel gelişimlerini tamamlayamadığı bir dönemde yaşıyoruz. Bu durum, Türkiye'nin geleceğini tehdit ediyor ve toplumsal barışımıza halel getiriyor.

ÇÖZÜM…

Anadolu toprakları, dört mevsimin eşsiz dokusuna sahip olmanın verdiği üstünlükle, umutsuzluğun yerine direnişi seçer. Nerede bir çaresizlik tohumu ekilse orada, yeniden can bulma ve bereket vaadi gizlidir.

Türkiye için bu durum, kaçınılmaz bir kader değil, doğru stratejiler ve etkin yönetim bekleyen bir tuvaldir. Ülkenin zengin toprak dokusu, öngörüyle işlenip özenle bakıldığında, ekonomik canlılığı destekleyecek ve gıda güvenliğini sağlayacak kadar zengin bir hasat vadeder.

Planlama: Planlamanın, üretim ve tüketim dengesinin, üretim miktarlarının tüketim ihtiyaçlarına göre belirlenmesinin hassasiyetle ele alınması gereken bir iktisadi kural olduğunu, bilhassa pandemi dönemi, tüm dünyaya göstermiştir. Türkiye'nin de bu dersi alıp tarım ve hayvancılık politikalarını revize etmesi, sürdürülebilir bir gelecek için zorunluluktur.

Kooperatifçilik: Üreticinin ve küçük çiftçinin kooperatifler temelinde örgütlenmesi, büyük tarım çiftliklerinin modern üretim yöntemleriyle ve bilinçli planlama ile dengeli fiyatlar eşliğinde piyasaya ürün sunması, bu alandaki uçurumları kapatacak temel adımlardır.

Siyaset üstü anlayış: Gıda, tarım ve hayvancılık konularının siyaset üstü bir anlayışla ele alınması, bu alandaki tüm aktörlerin - muhalefet, iktidar, bilim insanları, mühendisler, kooperatifler ve hükümet yetkilileri - ortak çözüm arayışı içinde olmaları gerekmektedir.

Tersine kentsel göç: Kentsel göçün tersine çevrilmesi, Anadolu ve Trakya'nın topraklarının yeniden işlenmesi, köylü halkın eğitilmesi ve bilinçlendirilmesi, toprağa ve üretime yönelik yapısal tedbirlerin alınması, toplumsal barış ve gıda güvenliği için elzemdir.

Modern tarım ve üretim anlayışı, üretim-satış-tüketim planlaması ile birleştiğinde, Türkiye'nin karşı karşıya olduğu bu temel sorunların üstesinden gellinebilir. Toprağın, bilim ve teknoloji ile buluşması, sularımızın ve ormanlarımızın korunması, şehirlerimizin susuzluk tehdidiyle mücadelesi, bu bütüncül yaklaşımın parçalarıdır.

Türkiye'nin tarım ve hayvancılık alanında potansiyelini tam anlamıyla kullanabilmesi için, bu örneklerden ders alması ve kendi tarım politikalarını bilim ve teknolojinin ışığında yeniden şekillendirmesi gerekmektedir.

Toprak, tüm yaşamın temelidir ve onu doğru işlemek, bize sadece yiyecek değil, aynı zamanda kalıcı bir umut da sağlayacaktır.

İsteğim odur ki; bu yazı, çözüm için bir eylem çağrısı olarak kabul edilsin.

Anadolu'nun bereketli topraklarına sahip çıkmak üzere atılan güçlü adımlar, hem bugünümüzü hem de yarınlarımızı aydınlatabilsin.