Beklentilerimiz, gerçekçi, makul ve kabul edilebilir olduklarında; mutlu anlar, doyum ve anlama kavuşmamıza aracılık eden pusulalardır. Onların rehberliğinde değerlerimizi keşfeder, neyi isteyip neyi istemediğimizi test eder, neleri kabullenip nelerden vazgeçmemiz gerektiğine karar verir, yaşamımıza ve ilişkilerimize yön veririz.

Umuttan bir adım sonra, hayal kırıklığından bir adım önce

Arzu Erkan - Psikiyatr, Dr., Yazar

Çizik 

Geleceğim, bekle dedi, gitti… 
Ben beklemedim, o da gelmedi. 
Ölüm gibi bir şey oldu…
Ama kimse ölmedi.

Özdemir Asaf

“İntizar”, “İntizar etmek” denilince pek çoğumuzun aklına “ah etmek” “beddua etmek” gelir. Bu, kahrolasıca bir düşmana edilen bedduadan çok; aşkımızı karşılıksız bırakan sevgiliye, “hayırsız” ama uğruna canımızı vereceğimiz bir evlada ilenmeyi çağrıştırır. İçinde hâlâ bir parça sevgi, umut barındıran bir acı ile yakarıştır. Oysa Arapça kökenli intizar kelimesinin sözlükte geçen ve pek de bilinmeyen birinci anlamı: “Bir şeyin olmasını, birinin gelmesini bekleme, gözleme”, “bekleyiş”tir. İntizar etmek ise “beklemek”… Peki, nasıl olmuş da bekleyiş, halk ağzında bedduaya -kıymetliyi- yok etme arzusuna dönüşmüştür?

Beklenti; gerçekleşmesi beklenen şey… Hepimizin bizi yaşama bağlayan beklentileri vardır: Kendimizden, sevgilimizden, ailemizden, çocuğumuzdan, öğrencimizden, okulumuzdan, işyerimizden, akademiden, bir yemekten, bir romandan, bir filmden, ilişkiden, evlilikten, dostluktan, hastadan, tedaviden, gelecekten, tanrıdan… 

Daha cesur, güçlü, başarılı, güzel, zengin, sağlıklı olmayı, evlenmeyi, kilo vermeyi, terfi almayı bekleriz. Doğum günümüzün kutlanmasını bekleriz, yakınımızı kaybedince başsağlığı dilenmesini, yolda karşılaştığımızda selamlaşmayı bekleriz. Öğretmenimizin gözüne girmeyi, evlilik teklifini, doğurgan olmayı, çocuğumuzun üstün yetenekli olmasını, sihirbazın şaşırtmasını, takımımızın şampiyon olmasını, sevgilimizin sadakatini, dostun muhabbetini, sözlerin tutulmasını, tedavinin işe yaramasını, dünyanın adil bir yer olmasını, ille de mutlu olmayı bekleriz.

Tüm beklentilerimiz gerçekleşse ya da olana razı olabilsek ne âlâ! 

Ölüme meydan okuyan “umut” da bir bekleyiştir. Ancak sevecen, cömert, müşfik, güç veren, avutan bir bekleyiş; umulanın gerçekleşmemesi durumundaki acıya devadır umut. Oysa beklenti öyle midir? Beklenti bencildir. Ümit etmekten, öylece ummaktan çok daha fazlasıdır: Dayatır, talep eder, acı verir, yorar. Varsayılan bir kesinlik; tutturmacı bir talep, vaat edildiğini varsaydığımız bir sözleşmedir. Acabası yoktur. Alacaklıyızdır! Beklentimiz karşılanmadığında öngörümüz, inancımız ve güvenimiz sarsılır: Şaşırır, üzülür, gücenir, suçlar, hesap sorar, küseriz. Avunması güç bir yitim, baş etmesi güç bir hayal kırıklığı, öfke ve yıkıcılık baş başa kalabiliriz. İşte belki de bu hüsran, bu öfke ve yıkıcılıktır bir çizik atan; beklemek anlamına gelen “intizar etmek”i, “ah etmek”e dönüştüren…
İnsanlar psikoterapiye başvurduklarında; onları bize getiren nedenleri; terapiden, bizden, kendilerinden ne beklediklerini, hedeflerini öğrenmek isteriz: Ya beklentileri gerçekleşmediği için yaşadıkları hayal kırıklığı ile ya beklentilerini gerçekleştirmenin bir yolunu bulma umudu ile ya da geleceğe ilişkin felaket beklentileri ile baş edemedikleri için gelmişlerdir.

Depresyon, panik, sınav kaygısı, travma, ikili ilişkilerde yaşanan sorunlar ya da şemalar…

Dertleri ne olursa olsun; onları psikoterapiye getirenin beklentileri, kalıp yargıları ve olanları kabul edememeleri olduğunu söylesek yanılmış olmayız. 

Beklentilerimiz, gerçekçi, makul ve kabul edilebilir olduklarında; mutlu anlar, doyum ve anlama kavuşmamıza aracılık eden pusulalardır. Onların rehberliğinde değerlerimizi keşfeder, neyi isteyip neyi istemediğimizi test eder, neleri kabullenip nelerden vazgeçmemiz gerektiğine karar verir, yaşamımıza ve ilişkilerimize yön veririz. Gerçekleşmeyen beklentilerimiz ile hayatın gerçekleri arasındaki açı büyüdükçe sıkıntılar baş gösterir. Hele de talepkâr-beklentili ebeveyn modu başroldeyse, hiç yetinemeyen, hep en iyisini isteyen mükemmeliyetçi yanlarımızın güdümünde yaşıyorsak; bu açının neredeyse hiç kapanmayan bir açığa dönüştüğünü, ıstıraba yol açtığını söyleyebiliriz.

Aşırı beklentili bu içsese kulak vermemeyi öğrenmek; beklentilerimizi gerçekçi, makul ve kabul edilebilir olanlarla güncellemek, esneklik ve dayanıklılığımızı artırmak, varolanı olduğu gibi, yargılamadan kabul edebilmek; yaşamdan doyum alabilmemizi kolaylaştırır. Bu, hiç de kolay olmayan; yaşama bakışımızda, geçmişten getirdiğimiz kural ve alışkanlıklarımızda köklü değişimler yapmamızı, belki birlikteliğimizden, işimizden, ailemizden vazgeçmemizi gerektirebilen bir yolculuktur. Yeni bir “ben” olarak, yaşamımızı daha anlamlı ve doyumlu kılmak, değerlerimize yaklaşmak üzere çıkacağımız bu yolculukta; yeni deneyimlere (belki acılara), şiirlere, kitaplara, rol model alacağımız kişilerin rehberliğine, kimi zaman da bir psikoterapistin yol arkadaşlığına alan açmamız gerekebilir. Ezberleri bozacağımız bu yolculuk, kendimize verebileceğimiz en değerli armağanlardan biridir. Bunu hak ediyoruz.