Raporda bahsedildiği gibi çocuklar, eğitime, sağlığa ve gıdaya erişemediği için yoksul değil; yoksul oldukları için eğitime, sağlığa ve gıdaya erişemiyorlar. Dolayısıyla raporda yoksulluğun nedeni olarak gösterilenler yoksulluğun nedeni değil sonucudur.

UNICEF’in raporu ve söyleyemedikleri

Servet Gün - Doç. Dr., Munzur Üniversitesi Sosyal Hizmet Bölümü

UNICEF, birkaç gün önce, Zenginliğin Ortasında Çocuk Yoksulluğu başlıklı bir rapor yayınladı. Yayınlanan rapor, çocuk yoksulluğu sorununu esas olarak parasal ölçekler dışında; eğitime, sağlığa, gıdaya ve temiz suya erişim olanağı bağlamında “ihtiyaçlar” ekseninde görmeye çalışmış. Doğrusu, raporu değerlendirmeye değer kılan iki önemli özelliği var: İlki, gelişmiş kapitalist ülkelerde dahi çocuk yoksulluğunun arttığını söylemesi; ikincisi, yoksulluğun neden arttığını söylememesi!  

Avrupa Birliği ve OECD ülkelerini (toplam 40 ülke) kapsayan rapora bakılırsa; Fransa, İzlanda, Norveç ve İsviçre’de çocuk yoksulluğu yüzde onlar civarında. İngiltere’de yüzde yirmi oranında artış olduğu tespit edilmiş. İspanya, İtalya ve ABD gibi ülkelerde her dört çocuktan biri yoksulluk içinde yaşamakta. Nihayet, çocuk yoksulluğu tablosuna Türkiye’nin yeri açısından bakıldığında; Kolombiya’dan sonra ikinci sırada yer aldığımız görülmekte…

Çocuk yoksulluğu ülkeler sıralamasında üst sıralarda olduğumuzu söyleyen raporun söylemedikleri söylediklerinden de önemli olabilir. Zira ilişkisel toplumsal bir sorunu ifade eden yoksulluk, bir görüngüye –çocuk yoksulluğu– indirgenerek verilmiş. Oysa 64 sayfalık rapor, çocuk yoksulluğu olarak ifade edilen olgunun gerçek sebepleri hakkında pek bir şey söylemediği gibi; erişilemeyen eğitime, sağlığa ve gıdaya bizzat yoksulluğun sebep olduğunu da söyleyemiyor. Raporda bahsedildiği gibi çocuklar, eğitime, sağlığa ve gıdaya erişemediği için yoksul değil; yoksul oldukları için eğitime, sağlığa ve gıdaya erişemiyorlar. Dolayısıyla raporda yoksulluğun nedeni olarak gösterilenler yoksulluğun nedeni değil sonucudur. Durum böyleyken gerçekleri, çocuğu yoksulluğa iten gerçek nedenleri konuşmak gerekmez mi? Zira uluslararası topluma özgülenmiş BM ya da UNICEF gibi bağlı uzman kuruluşlar, nedenlerden bağımsız sonuçları raporlaştırmakla yetinmekte ne yazık ki. Raporda eksik olanı biz ekleyelim hiç olmazsa.  

Bahsi geçen rapor vesilesiyle konuştuğumuz yoksulluğun niteliği, küresel ve yerel kapitalist sistemin özgüllüğünden bağımsız olamaz. Kuşkusuz yoksulluk kapitalizme özgü bir sorun değildir; yoksulluk, kapitalizm öncesi toplumlardan beri var olan kadim bir sorun olsa da günümüzde kapitalizmle birlikte bağlamı değişmiş ilişkisel bir sorunsalı ifade etmektedir. Daha açık ifade etmek gerekirse, kapitalizmi önceleyen toplumsal yapılarda varolan yoksulluk, yokluğun bir tezahürü olarak ifade edilebilecek bir çehreye sahipken; zenginlik yaratan kapitalizmle birlikte artık ekonomi politik bir probleme dönüşmüş, kapitalizmin işleyiş yasasına bağlı sistemsel ve yerleşik bir sorun halini almıştır.  

David Harvey de kapitalist bir toplumda yoksulluğun kaçınılmaz olduğunu, sömürü süreci ve ilişkisiyle açıklamakta ve sömürü ilişkisinin sürdürülmesinde yoksulluğun toplumsal olarak bizzat düzenlendiğini (bazıları buna yoksulluğun yönetilmesi demekte) ifade etmektedir. Harvey’in ifade ettiği gibi, kapitalizm, muazzam bir zenginlik/bolluk yaratmak için milyonlarca yaşamı yoksulluk cenderesine sokmak zorundadır. Kısacası kapitalizm bir taraftan zenginlik yaratacaksa diğer taraftan yoksulluk yaratmak zorundadır. Bertolt Brecht bu zorunluluğu, “Tahterevalli” şiirinde şöyle dile getirmişti: 

  

İyice görüyorum artık düzeni. 

Orada, bir avuç insan oturuyor yukarıda, 

Aşağıda da birçok kişi. 

Ve bağırıyor aşağıdakiler yukarıya: 

“Çıkın buraya gelin ki, 

Hepimiz olalım yukarıda” 

Ama iyice gözlediğinde görüyorsun,  

Neyin saklı olduğunu 

Yukarıdakiler ile aşağıdakiler arasında. 

Bir yol gözüküyor ilk bakışta. 

Yol değil ama, 

Bir tahta bu. 

Ve şimdi görüyorsun açıkça; 

Bu bir tahterevalli tahtası, 

Bütün düzen bir tahterevalli aslında. 

İki ucu birbirine bağımlı, 

Yukarıdakiler durabiliyor orada, 

Sırf ötekiler durduğunda aşağıda. 

Ve ancak;  

Aşağıdakiler, aşağıda oturduğu sürece 

Kalabilirler orada. 

Yukarıda olamazlar çünkü, 

Ötekiler yerlerini bırakıp çıksalar yukarı. 

Bu yüzden isterler ki; 

Aşağıdakiler sonsuza dek 

Hep orada kalsınlar. 

Çıkmasınlar yukarı.  

Bir de, aşağıda daha çok insan olmalı yukarıdakilerden. 

Yoksa durmaz tahterevalli.  

Tahterevalli. 

Evet, bütün düzen bir tahterevalli. 

Anlaşılacağı üzere, kapitalizm koşullarında yaratılan zenginliğin de yoksulluğun da sahipleri vardır. Yoksulluk kimliğinin sahipleri, emekleriyle geçinmeye çalışanlar, kentlerin varoşlarına yedeklenmiş işsizler, tarım emekçileri ve mülksüzlerdir. Bahsi geçen bu kesimler, kapitalist ilişkilere tabi olarak toplumların tarihlerinde belirlenirler. Dolayısıyla yoksulluk düzlemine yerleştirilen toplumsal sınıfların önüne hangi sıfat getirilirse getirilsin ya da hangi sıfatla nitelenirse nitelensin, o, son tahlilde içinde toplumsal çelişkileri barındıran bir ilişki biçimi olmaktan öte bir şey olmayacaktır.  

Bu bağlamda çocuk yoksulluğu ne içinde yaşadığı hanenin yoksulluğundan; ne de toplumsal yapıyı belirleyen üretim ve bölüşüm ilişkilerinden ve onun belirlediği toplumsal yoksulluktan bağımsız bir olgudur. Yoksulluğun çocuklar üzerinde yaratacağı önemli risk ise onları çalışma olasılığıyla karşı karşıya bırakmasıdır. Bu da yoksulluğun kuşaklar arası aktarılmasını sağlayan yoksulluk döngüsüne yol açacaktır…