Unutkan belleğe, suskun dillere teslim edilmiş ilişkiler
Küsüp, susup, anımsamamaya çalışan çiftler mekânsal bir dip dibelikten, ruhsal bir kavuşamamanın arasına çekilmiş “unutma bariyeri” ile baş başa kalıyorlar, sessiz ve kimsesizce.
Tuğba Kurt Ulucan
“Geçmişe gül gönder
unutma
anılar da su ister
anılara iyi bak
bana bak
beni tut
bana tutun
beni orda burda
beni şunda bunda
unutma
bak”
Haydar Ergülen
İnsan, görünür olmasın diye kâğıda yazmadıklarıyla ilişkiyi yapılandırırken söylediklerini ve yaptıklarını belirsiz bir zaman boşluğuna devamlı yaydıkça yayıyor. Yayılan pek çok şey de çoğunlukla kayboluyor ya da izi kalmış bir şekilde varlığını sürdürüyor. Bir zaman sonra ise insan, bu “kaybettiği”, “unuttum” dediği şeyleri başka bir zaman boşluğunda aniden patlattığı bir havai fişeğe dönüştürüp, ilişkinin içindeki tüm güzel kuşları öldürebiliyor.
Patlatamadıklarını da “konuşmayalım, unutalım, hatırlamayalım, dile dökmeyelim” deyip, ilişkiyi en tekinsiz haliyle unutkan belleğe, suskun dillere teslim edebiliyor. Hâlbuki insan, hiçbir şeyi unutmaz, unutamaz. Sadece anımsamaz. Son zamanlarda okurken çok şey öğrendiğim Marc Auge, “Unutma Biçimleri” kitabında bu noktayı ele almış, unutma ve anımsama arasındaki ilişkiyi, yaşam ile ölüm arasındaki ilişkiye benzetmiş. Bu ikilinin yakınlığını; unutmayı ölümle özdeşleştirip, anımsamayı da yaşamı ifade etmesi üzerinden ortaya koymuş. Ve kitabında şöyle devam etmiş; Bir anlayışa göre ölüm önümdedir, bir gün ölmek zorunda olduğumu aklımdan çıkarmamam gerekir; diğer anlayışa göreyse ölüm arkamdadır, onu barındıran geçmişi aklımdan çıkarmamam gerekir (Auge,2019). O halde ilişkiye ‘unutma’yı getirme birçok insan için baş etme mekanizması olsa da bazen de ilişkinin ölümünü beraberinde getirebilmektedir. Peki, unutarak baş etme ne işe yarıyor da bizler bu mekanizmayı kullanmayı tercih ediyoruz? Muhtemelen kendi faydamız için bir gerçeklik yaratıyor, ona inanıyor ve bu nedenle de anımsamamayı seçiyoruz. Zamanın içinde anıyı istediğimiz gibi oynatıp karşımızdakini bunun içine alabiliyor ya da aldığımızı sanıyoruz. Dolayısıyla da “unutalım, yeniden başlayalım, başa saralım”ın içinde, iç içe geçmiş anılar zincirinin batağında ve uzun süreli belleğimizin çok uzağında bir ilişki içine giriyoruz. Bunu, sonsuz bir döngü ile değirmenimizde devamlı öğütüyoruz. Öğüte dururken bu sefer ilişki içinde bu döngünün devamlılığına eşlik eden aracılar olarak “küskünlük, suskunluk” çıkıyor karşımıza. Küsüp, susup, anımsamamaya çalışan çiftler mekânsal bir dip dibelikten, ruhsal bir kavuşamamanın arasına çekilmiş “unutma bariyeri” ile baş başa kalıyorlar, sessiz ve kimsesizce. Bu unutma bariyeri çiftlerin aralarındaki çatışmayı yükseltecek anılara mesafelenmesi konusunda işe yarıyor gibi gözükse de çiftin bağlanma süreçlerine yaralanma olarak dönebilir diye düşünüyorum. Çünkü güvenli bağlanmanın olduğu ilişki de tutmak, tutunmak, duymak, anımsamak, dinlemek, anlamak var olmalı. Bu saydıklarımdan mahrum çiftler unutmayı tercih ederken böylesine bir uzaklıkta birbirlerine seslerini nasıl duyurabilirler ki? Kırgınlıkların konuşulmadığı, travmaların anımsanıp işlenmediği ve bastırıldığı bir ilişkide ötekini ve kendimizi nasıl anlayabiliriz? Ve ilişki, tüm bu sessizlik, anımsamama haliyle ölü bir forma dönüşmez mi? Öyle ya sessizlik, duymama, konuşmama ölü bir bedenin hali. Öyleyse dirilme, canlanma; anımsamayla, konuşmayla, duyma ve duyurmayla mümkün olabilir. Bu sebeple “unuttum” yerine “anımsamıyorum, bellekten çağıramıyorum çünkü korkuyorum, kaygılanıyorum, baş edemiyorum, bu yüzden susup, küsüp unutuyorum” demeyi düşlemek ile başlamak ilişkiyi canlı kılmak için bir adım olabilir. Ve belki de uzağa düşmüş bir çiftin şifaya kavuşması için vesile olabilir. O halde hatırlasak mı?
İlişkide hatırlamaya övgü
“Annem geçmişi dökmeye başladığında, babam çoğunlukla susar. Hele de babamın istemediği bir mevzu açılacaksa ben hatırlamıyorum, geçmişe takılı kalma, çok uzatıyorsun der ya başka bir odaya geçer ya da susar oturur. Sonra da annem ya susar ya da üstüne gider. Sustuğunda bir şey olmaz da üstüne gittiğinde babam kalkıp kahveye gider. Peki, daha sonra mı? Mesela bir hafta küs kalır babam anneme, çünkü küslük muhteşem bir konfor alanıdır onun için. Hem küserse ondan kimse bir şey istemez, sorumluluklarını es geçebilir, daha sonra ortaya çıkacak aleyhte hususlar ortaya dökülmez, sihirli bir direnç mekanizması olarak tekrar tekrar girer ilişkiye küskünlük böylece. Zamanla annem de görünürde susar içeriden konuşup durarak. Söyleyecekleri, dinlenmeyeceğinden seslenmesinin de anlamı yoktur diye düşünür (Kurt Ulucan, 2021) Ve bu muhteşem unutma, küsme, susma sarmalıyla yoğrulur durur. İçine tam olarak düşmemiş olsak da ilişkilerimizde, yeri geldiğinde uğradığımız duraklara yazılmış tanıdık cümleler sanki bunlar. Ama şunu da söyleyebilirim ki, günümüzde artık kadınlar ve erkekler unutmaya, suskunluğa ve küskünlüğe fazla yatırım yapmıyor görünüyor. Daha çok hatırlama, konuşma, anlama üzerinden kendilerini görünür kılacak çeşitli formlarda ilişkiye yerleşmeye çalışıyorlar. Unutmanın, suskunluğun ve küskünlüğün ilişkiyi öldürmek dışında pek bir işe yaramadığını da fark etmeye başladılar. Peki, tüm bunlardan bir çiftin her şeyi hatırlamalı, her şeyi konuşup ortaya mı dökmeli mi diye düşünmeliyiz? Elbette değil, ama iki tarafın adil bir ilişki düzeneğinde anılarla ilgili uzlaşabilmeleri oldukça mühim bir konu gibi duruyor. Ama eğer ilişkinin iyi gittiği düşünülüyorsa ne sahte barışçıl çiftlere ne de unuttuk her şeyi, üzerinde durmuyoruz deyip depresyona giren çiftlere herhangi bir sözüm yok. Ama eğer unutmalara tahammülü kalmamışlar, küskünlüklerden yılmış olup evrilmek isteyenler varsa aramızda, bu yazıyla “anımsamayı” hatırlatmış olurum belki… Çünkü belleğin izini sürdüğümüzde bize yeni doğumlar hediye edeceğine inanıyorum o yüzden anımsayabilmekten, konuşabilmekten yanayım. Sessizlikte konuşmaya, unutmaktan anımsamaya doğru genişlemek dileğiyle…
Kaynakça;
Auge, M. (2019). Unutma Biçimleri: Yapı kredi Yayınları.
Kurt Ulucan, T. (2021). Psikeart Dergisi, İletişim Sayısı (77. sayı). İstanbul: Art Yayıncılık.