Unuttuklarımızı hatırlatmaya  dair bir teşebbüs

GÖKHAN YAVUZ DEMİR  

Kentte mevsimlerin geçişi sadece kılık kıyafetlerin değişiminden anlaşılır. Dışarıda mevsim ne olursa olsun bir kentli, kışı ve yazı klimanın sıcaklık veya soğukluk ayarı üzerinden ancak iş yeri, ev yahut okulun dört duvarı arasında tecrübe eder. Kentte dört mevsim aslında hep tek mevsimdir. Bir mevsimin renkler ve seslerle dönüşümü bu nedenle yalnızca köylerde yaşanır. Köyde mevsimlerin değişimini açan çiçeklerden, ağaçların yapraklarından, birbirlerinin yerini alan sebze ve meyvelerden, göç eden kuşların seslerinden veya bazen de çakal ulumalarından anlayabilirsiniz. Köyde, kentin aksine, birden ağaçlar çiçek açar ve uzak diyarlardan gelen kuşlar cıvıldamaya başlar; çünkü bahar gelmiştir. Maalesef kentler renk ve ses değişikliklerini takip edemeyecek kadar doğayla bağlarını kaybetmiş durumda. Peki ya köyler? Köyler acaba hâlâ doğayla o kadim uyumlarını muhafaza edebiliyorlar mı? 

Neredeyse on beş aydır köyde yaşayan biri olarak bu sorunun cevabından çok emin değilim. Evet yaşadığım köyde bütün o renk ve ses cümbüşünün hareketliliğine şahidim ama yine de bu köy hayatının otantik köy hayatı olmadığını biliyorum. İşte Sevim Ak yeni kitabı Kuşlu Köy’de böyle bir otantik köy tahayyül etmeyi denemiş. Kitabı resimleyen Öykü Akarca da mümkün mertebe yazarının hayal ettiği bu otantik köyü bizim için içinde nefes alıp gezebileceğimiz kadar somut ve görünür kılmaya çalışmış.  

Kuşlu Köy’ün bize hatırlattığı o mühim soru aslında özetle şu: Eskinin insanları gibi doğayla uyum içinde, doğaya işkence etmeden, doğaya eklemlenerek yaşamayı bunca zaman sonra yine hatırlayabilir miyiz? 

Kuşlu Köy sırtını kıraç bir tepeye yaslamış şirin bir köy. Tepenin ardındaysa içinde yerleşim olmayan yoğun bir orman bulunuyor. Onlarca çam, köknar, meşe, gürgen ve köknar gibi asil ağaç ise envai çeşit kuşa ev sahipliği ediyor. Bir nevi kuş cenneti. 

Fakat ne hikmetse onca kuş tepeyi aşmaz ve köye doğru asla uçmazmış. Oysa Kuşlu Köy’ün eskileri her köylünün bu ormanda bir kuşu olduğuna inanırmış. Zaten köydeki evlerin duvarlarını, kapılarını, çatılarını renk renk ve cins cins kuş figürleri süslermiş. Peki ama kuşlar neden Kuşlu Köy’e uçmazlar ki? 

Besbelli ki eski zamanlarda kuşlar bu evlerin sahipleriyle iyi geçinirmiş ama ne olduysa, sonradan ne yaşandıysa küsüp gitmişler. Kuşlu Köy’ün sakinleri işte bunun nedenini bilmezmiş, bilmedikleri gibi merak edip bu meseleye kafa da yormazlarmış. Bir tek geceleri rüyalarında kuş dolu düş ormanlarından gezinen Tombul Oğlan hariç. Zaten günün birinde pembe bisikletiyle köye gelip terk edilmiş evlerden birine giren yeşil ve dağınık saçlı yabancı kadını da ilk o fark etmiş. Acaba kuşlar ile insanlar arasında büyük bir sırra dönüşen o küslüğün ne olduğunun cevabı bu kadında olabilir miymiş? 

O eski eve gittiklerinde köylüler saçlarından kuş sesleri gelen kadını bulamasalar da ardında bıraktığı bir mektubu bulmuşlar. Mektubunda yeşil saçlı kadın, köylülere cevabın kendilerinde olduğunu söyleyip onları unuttuklarını hatırlamaya davet ediyormuş. İşte bu mektup elden ele gezdikçe köylüler tavan aralarında, tozlu sandıklarda unutulmuş neler neler bulmaya başlamış: Bilmedikleri domates ve çilek türlerinin tohumlarından yemek tariflerine, ilaç reçetelerinden yağlı boya doğa tablolarına ve atalarının şimdi kulağa inanılmaz gelen yaşanmış hikâyelerine... 

Kuşlu Köy’ün sakinlerinin hatırladıklarıyla ne yapacakları ve kuşlarla barışıp barışamayacakları onlara kalmış. Fakat Kuşlu Köy’ün okurları olarak bize düşense doğayla o çoktan yitirdiğimiz uyuma dair ücra köşelerdeki tozlu sandıkların içinde unuttuklarımızı hatırlamaya başlamak olabilir.