Uzak geçmişin İstanbul’undaki fırtınalı hayatlar
Naci Adıgüzel

Buse İlkin YERLİ

“Bu şehirde at sidiği, mangalda et ve gübre kokuları birbirine karışır. Herkes gündüzleri iyi Hristiyan, geceleriyse şeytanın arkadaşıdır. Kiliselerin papazları, tiyatroyu ve eğlenceyi ne kadar lanetlerse lanetlesin, meyhanelerin kapılarının üzerini, hâlâ şarap tanrısı Dionysos’un başı süsler.”

Bu, beni fazlasıyla çarpan bir kitaptan alıntıladığım bir cümle. Yakınlarda okuduğum tarihi bir romandan, Pornai’den söz ediyorum. Tarihi roman dediysem, sözünü ettiğim tarih bundan birkaç yüz yıl öncesi değil. Evet, Naci Adıgüzel’in yeni romanı Pornai’de olaylar günümüzden bin beş yüz yıl önceki bir zamanda 6. yüzyılda ve ağırlıkla İstanbul’da geçiyor. Daha da ilginci, Pornai’de anlatılanlar büyük ölçüde gerçekler üzerine kurulu.

Evet, bundan bin beş yüz yıl önce de bir İstanbul vardı ve bir İstanbul Boğazı. Ama iki tarafında, bugünle kıyaslandığında çok az evin bulunduğu, çoğunlukla ormanlarla, yeşilliklerle çevrili bir İstanbul Boğazı. Karadeniz’den Marmara’ya doğru akan masmavi bir su. Bir Khrysokeras vardı. Yani Altınboynuz, yani Haliç. Bir tarafında, incir bağlarıyla, balıkçı lokantalarıyla ünlü Skai, yani Galata, diğer yanında Konstantinopolis. Mısır’dan ya da başka diyarlardan gelen hububat yüklü gemilerin yanaştığı Neorion rıhtımı, yani Eminönü.

Bir de bu şehrin kalbinde, içinde araba yarışlarının yapıldığı, 60.000 kişiyi alan dev bir hipodrom vardı. Ve Mavilerle Yeşiller. Maviler ve Yeşiller araba yarışı takımlarının ve onların taraftarlarının adıydı. Çok sert, vahşi bir rekabet vardı aralarında. Hatta binlerce kişinin öldürüldüğü, katliamlara varan bir düşmanlık. Arkadaşlık, akrabalık ya da kardeşlik durumu bile bu düşmanlığın önüne geçemiyordu

Pornai Maviler ve Yeşiller, Naci Adıgüzel, Alternatif Yayıncılık, 2022 Pornai Maviler ve Yeşiller, Naci Adıgüzel, Alternatif Yayıncılık, 2022

Adıgüzel’in bir trioloji olarak tasarladığı ve olayların İsa’dan sonra 500 ile 526 yılları arasında geçtiği Pornai’de çok sayıda karakter var ve en fazla öne çıkanı, hipodromdaki bir ayı bakıcısının kızı olan Theodora. Çok yoksul bir ortamda büyüyen kızın annesi de eskiden tiyatrolarda mim oyunculuğu yapan bir pagan. Evet, paganlar da var Pornai’de. Hâlâ gizli gizli eski tanrılara tapınan paganlar. Küçük yaşta babasını kaybeden Theodora’yı, önce yoksulluk, hatta açlık, daha sonraları ise giderek renklenecek olan bir hayat bekliyor.

Pornai, adını bir sokaktan alıyor: Pornai sokağı’ndan. Çok yoksul bir aileden geldiği halde, basamakları hızla tırmanarak imparatoriçelik tahtına oturmayı başaran Theodora’nın gençliğinde gittiği, meyhanelerin, tavernaların dizildiği, sarhoş kahkahalarının duyulduğu sokak.

Pornai romanına damgasını vuran konulardan biri de Monofizit-Diofizit çatışması. İsa’nın Tanrı olduğunu ve Meryem’in bir Teotokos yani tanrı doğuran olduğunu savunan ve Alexandria başta olmak üzere doğu kiliselerinde güçlü olan Monofizitlerle, bunu söylemenin bir sapkınlık olduğunu düşünen ve Kalkedon yani Kadıköy konsilinin kararlarını savunan diofizitler arasındaki çatışmalar, Pornai’yi soluksuz okunacak roman haline getirmiş.

512 yılında bir pazar günü Ayasofya’daki bir ayinde, trisagion, yani üç kez kutsal ilahisini geleneksel sözleriyle söylemek isteyen ve çoğunluğu oluşturan cemaatle, Anastasius’un isteği doğrultusunda, ilahinin sözlerini revize ederek söyleyenler arasında, önce itişip kakışmayla başlayan, ardından Augusteion forumunda (bugünkü Ayasofya Meydanı) yumrukların, sopaların ve bıçakların kullanıldığı kavganın, imparator Anastasius’a karşı bir ayaklanmaya dönüşmesi, Prokhotoi’nin (bugünkü Cankurtaran semti), Psamathia’nın (bugünkü Samatya) kaldırımlarının boğazı kesilmiş Monofizit cesetleriyle dolması, komşularının Monofizit diye gammazladığı insanların evlerinin yakılması, bu ayaklanmayı, tahtı ele geçirmek için fırsata dönüştürmek isteyen soyluların, rüşvete boğdukları Asterius aracılığıyla Yeşilleri sokağa sürmesine dair anlatıIanlardan, Mavi ve Yeşil partizanların sadece fanatik holiganlar değil, aynı zamanda politik birer fraksiyon olduğu da anlaşılıyor. Pornai’de, Justin’in iktidarıyla şehirde sayısı hızla artan faili meçhul cinayetler, gizli gizli eski tanrılara tapınan ve kökü kazınamayan paganlar, sokakta gördükleri bir paganı dövünce ya da bir Yahudi’ye ait olduğunu bildikleri bir dükkânı tahrip edip yağmalayınca cennete gideceklerini zanneden iri pazulu serserilerle ilgili anlatılanlar, dinsel fanatizme dair bugün de çok fazla değişen bir şey olmadığını düşündürtüyor.

Kitabı okuduktan sonra, ‘kirli’ ve ‘kötü’ diye nitelediklerimizin birer insan olduğunu anlıyorsunuz ve ister istemez ‘iyi’ ve ‘kötü’ kavramlarının basbayağı insanı anlattığını anlıyorsunuz. Pornai’de betimlemeler ve insan ruhuna ilişkin çözümlemeler, olayların içine yedirilerek verilmiş. Bunun bir eksiklik değil, sinematografik bir anlatım tarzını sevdiğini anladığım yazarın yeğlediği bir biçem olduğu anlaşılıyor. Örneğin Pornai’de bir kertenkele güneşin altında pullu karnını ısıtırken kilometrelerce uzakta bir yerlerde boğularak öldürülen bir adam son nefesini veriyor.

Ne kadar masalsı-belki de “anti-masalsı” demek daha doğru olur- bir hava taşırsa taşısın, Pornai’nin, yıllar süren ve kılı kırk yararak yapılmış bir çalışma olduğu, her bölümde okuyucuyu şaşırtan olaylardan, olayların arasında daha sonraki dönemlerde kurulacak olan bağlantılardan ve o dönemde günlük hayatın parçası sayıldığı için ara sıra karşımıza çıkan, fakat bugün bizim anlamını bilmediğimiz sözcüklerden rahatlıkla anlaşılıyor.

Kitabın, yazımı çok geniş bir bilgi, emek ve sabır gerektiren bir çalışmanın ürünü olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Evet, Pornai, Naci Adıgüzel’in deyimiyle “bu ürkütücü derecede uzak geçmişin İstanbul’unda yaşanan fırtınalı hayatları” anlatıyor.

Tadı damağımda kaldı dersem fazla abartmış olmam.