“Vanity Fair”
Fotoğraf: Wikimedia

Prof. Dr. Raşit Kaya
Konuk Yazar

Vanity Fair başlığını görünce hemen herkes Amerika Birleşik Devletleri’nde çıkan bir dergiden söz edileceğini düşünecektir. Söz konusu dergi “kültür, moda ve politika” alanlarında gösterişli yaşam tarzlarını konu alarak, 1981 yılından beri ABD yanı sıra Almanya, İspanya, İtalya gibi Avrupa ülkelerinde de yayınlanmaktadır. Bana ise Türkiye’de olan biten birçok şey Ankara Kolejinde daha lise 1. Sınıfta öğrenci iken “İngilizce Edebiyat” dersimizde okutulan, W.M.Thackeray’in 1847 tarihinde yayınlanan  “Vanity Fair” romanını(*) anımsatıyor, çağrıştırıyor. Bu roman günümüzde edebiyatla ilgili çevrelerde gerçekçi akımın en güzel örneklerinden birisi olarak vurgulanır. 19. yy başlarında İngiltere’de yaşanan toplumsal değişimleri/dönüşümleri alaycı bir üslup ile yansıtan kitap dönemindeki benzerlerinden (dolaylı) eleştirel yaklaşımıyla ayrılır. Yazar için döneme damgasını vuran şey “sınıf atlama kaygı ve hırsıdır”. Bunun için kitapta bireylerce göze alınıp katlanılan, içine düşülen gülünç ve/veya utandırıcı durumlar dile getirilir, sergilenir. Özellikle de “orta sınıfların” yaşamlarında dile gelen özentiler işlenir; hırs ve ihtiraslarla bezenmiş insanların taleplerinin yüceltilmesi dolaylı olarak eleştirilir. Böyle kişilerin dünyadaki gelişmelere yön verdiği gösterilmeye çalışılır. Romanda, toplumun sayıca sınırlı bir kaymak tabakasının, hipokrat  ve oportünist diye nitelenerek ayırt edilebilecek kesiminin yaşam tarzlarında inanç fetişizmini öne çıkararak, kendi itikatlarını fodulca davranma düzeyine taşımakta oldukları da bir biçimde anlatılır.    

***

Daha lise 1. Sınıf öğrencisi olanların, yabancı bir dille anlatılan bu incelikleri ayırt etmesi kuşkusuz beklenemezdi. Nitekim bizleri de cezbeden dersin içeriği değil, genç ve güzel bir İngiliz kadını olan öğretmenimizdi. Özellikle de dersi yürütürken genellikle, masasının sandalyesi yerine masanın üzerinde oturmasıydı. Olağan olarak en ön sırada yeri olanlar olası bir “becayişin” sağlayabileceği  “rant” için ders günlerinde özel olarak mutluluk yaşarlardı! Böyle bir ders kitabına programda yer verenlerin ne gibi bir beklentisi olabileceğini bugün bile çözebilmiş değilim ama derste İngilizce kelime haznemize bir şeyler eklendiğini de yadsımayacağım. Tabii ki, sonraları merak edip araştıranlarımız oldu ve onlar romanda betimlenen ortamın ne menem bir “dünya” olduğunun ayırtına varabildiler. 

Ne var ki günümüzde bile, romanda anlatılan toplumsal ortamın içyüzünü bilmeden yaşamlarını sürdürenlerin sayıca çoğunlukta oldukları yadsınamaz. Böyle yığınların çoğunluğunun kendilerine dayatılan fodulca yaşamı içleştirmek gibi bir dertleri olduğu elbette söylenemez ama çoğunun durumu anlamak gibi bir belirgin kaygısı da ne yazık ki yoktur. Bu nedenle var olan kamusal alanlar ortak çıkar ve yararların belirlenebildiği söylemlerin geliştirilip, üretildiği mekânlar olmaktan çıkmakta; güç sahiplerince denetlenebilmektedir. Dahası kimi siyasal biçimlerde kamusal alan H.Arendt’in dediği gibi herkesin özgürce kendisini temsil ettirebileceği, bir araya gelebileceği yer olmak şöyle dursun, kukla oynatıcıların keyiflerince show yapabildikleri mekânlara dönüşebilmekte/dönüştürülmektedir. Adeta tam bir akıl tutulması (eclipse of intelligence) yaşanmaktadır. Bu arada kimileri bilimsel/teknolojik ilerlemelerle sorunların aşılabileceğinden dem vurup, umutlarını, örneğin, “yapay zekâ” gibi yeni keşiflere, icatlara bağlayarak teselli bulurken bunların mevcut ortamda yeni ve daha büyük sorunlar getirebilecekleri de keşfedildi ve beklentiler büyük ölçüde boş çıktı.

***

Olup bitene karşı çıkışa yarayacak her olanağın önem kazandığı günümüzde durumu fark ettiği sanılanların gerçekten böyle olup olmadıkları bir “Vanity Fair” ortamının sürdürülmesine hizmet edecek şeylerden özenle kaçınmaları ile orantılı olacaktır. Yandaş medyadan böyle bir beklenti olamayacağı ise besbellidir. Bu nedenle esasen nicelikçe çok sınırlı olan “muhalif” medyanın niteliğini yitirmemesi yaşamsal önemdedir. Bu sıralar tanık olduğumuz durumlar ise hiç de cesaret verici değil. Örneğin “korkusuzca” muhalefet yapma iddiasındaki bir günlük gazetenin manşetinde “pazardaki fiyatlar vatandaşı da isyan ettiriyor” denilirken ikinci ve daha iri puntolu manşette “anne ve anneannesini parçalayıp attı” denilebilmektedir. Daha vahimi ise, aynı gün, 1. Sayfanın büyük bölümünü kapsayan haberde yazılı olanlar: “Yaz sezonunda konser maratonunu sürdüren arabesk müziğin sevilen isimlerinden E.Y., sahnelere kısa bir ara verdi ve kendisini ödüllendirdi. Yeni satın aldığı ultra lüks yatıyla mavi tura çıkan ünlü şarkıcının yatının fiyatı ise dudak uçuklattı. E.Y. 500 milyon TL değerinde lüks bir yat satın aldı. 600 metrekare alana sahip olduğu öğrenilen ve 5 katlı olan yatta ayrıca 4 lüks oda bulunuyor. Ailesi ile tatile çıkan şarkıcının tatil sonrası sahnelere hızlı bir geri dönüş yapması bekleniyor. (14.8.2023). Bu anlatım medya ombudsmanı F.Bildirici’nin “medya da suç ortağıdır” demesini çok haklı kılıyor. Tanılama ise M.Yanardağ’dan: “islamo faşizmin kitle tabanını motive eden sosyopsikolojik etmenlerdir” .  Durumlar böyle olunca, aynı gazetenin muhalifliği tartışılamayacak bir yazarı (Can Ataklı), bol sayıda başka örnekleri de bildiğinden, uyarma gereğini duyuyor: “ Muhalefet medyası artık iktidarın ekmeğine yağ sürmeyi terk etmelidir.

Gereken şey ise bir çeşit “öğrenilmiş cehalet” örneği olan bu durumları olanaklı kılan “sosyopsikolojik” etmenlerin açılımı ve irdelenmesi. Bunları da Birgün’de S:Candansayar benden daha yetkin bir biçimde yapıyor. Benzer irdelemelerin sayısı artıkça bir etik değer taşımayan, itibar, şaşaa üzerine kurulu Vanity Fair özentisinin öykünülecek bir “tarzı hayat” oluşturamayacağı da daha açıkça sergilenebilecektir.     

 (*) Türkçe çevirisi: Gurur Dünyası, (çeviren Nihal Yeğinobalı), İmge Kitapevi Yayınları, 2006.