“Vardık, varız, var olacağız!”

Nejla Doğan - Eğitimci

Toplumsal cinsiyete dayalı şiddet, “bir kadına kadın olduğu için yöneltilen şiddet biçimi” olarak tanımlanmaktadır. Bu şiddet biçimi, fiziksel, cinsel, psikolojik acıya ve zarara neden olan eylemlerle birlikte, kadınların erkeklerle eşit hak ve özgürlükleri kullanmasını da engelleyen ayrımcılık türüdür. Bizim coğrafyamızda bu türden bir ayrımcılığı ve şiddeti üreten en önemli faktör, dinsel gericilikle bütünleşmiş ataerkidir ve bugün laiklik politikalarındaki her ikircikli tutum, her geri adım, öncelikle kadınların eşit yurttaşlık haklarını; yani eğitim, çalışma, evlilik gibi alanlardaki kazanımlarını yok etmektedir. Oysa bu kazanımlar hiç kolay elde edilmemiştir; Tanzimat’a kadar uzanan bir mücadele mirasına sahiptir. 

Kadınların ilk kez “eşitlik” sözcüğünü ve “özneleşme” taleplerini dile getirebilmeleri 1800’lerin sonlarında olanaklı hale gelmiştir. Çıkardıkları dergi ve gazetelerle evlilikte, eğitimde, çalışma ve meslek edinmede eşit hakların altını çizen kadınlar, ilk kadın dergisi Şüküfezar’ın birinci sayısında (1886) “Biz ki saçı uzun aklı kısa diye erkeklerin alayına hedef olmuş taifeyiz. Bunun aksini ispat etmeye çalışacağız” sözleriyle kadın hareketini temellendirmişlerdir. Yayıncılık faaliyetleri kadınların ilk kez seslerini duyurabilmesini sağlarken, II. Meşrutiyet döneminde başlayan dernekleşme faaliyetleri ise ilk kez kamusal alana dahil olmalarının önünü açmıştır. Tanzimat’tan Cumhuriyet’e uzanan süreçte seküler ilerici erkekler de kadın hareketini desteklemiş, eşit yurttaşlık mücadelesinde kadınların yanında yer almışlardır. Dönemin aydın kadın ve erkeklerinin üzerinde uzlaştığı görüş ise, kadınların yaşamı dönüştürülmedikçe, eşitsizlikler giderilmedikçe, bağımsız, kalkınmış, modernleşmiş bir ülkenin kurulamayacağıdır. 

İşte modernleşme tarihimizle iç içe geçen bu mücadele mirasına bakmak, hem bugün tartıştığımız sorunlar bağlamında ne kadar geriye düştüğümüzü görmek, hem de mücadelenin sürekliliğini ve bugüne tuttuğu projeksiyonu göstermek açısından önemlidir. 

Peki, 20. yüzyıla “Biz inkılapçıyız. Vazifemiz ağır, mesuliyetimiz büyüktür” diyerek giren kadınlar, hangi somut haklar için mücadele etmişlerdir? 

İlk taleplerden biri eşit eğitim hakkıdır. Çünkü kadınlar, kadınlığı içinde bulunduğu geri kalmışlıktan, esaretten kurtaracak en önemli adımın eğitim olduğunu düşünmüşler; eğitimin diğer hak kazanımlarının da yolunu açacağını öngörmüşlerdir. Bu nedenle Anadolu’daki kız çocuklarının çok büyük bir kısmı okuryazarlık eğitimine dahi ulaşamazken, ilköğretimin tüm kız çocukları için zorunlu olmasını, tüm yurtta kız liselerinin açılmasını, kadınlara da yükseköğrenim hakkının tanınmasını istemişler, kadınların erkeklerle aynı müfredatı okumalarını, yani bilimsel eğitim almalarını talep etmişlerdir. Örneğin Müfide Ferit “Çalışma hakkı istediğimize göre kızlara vereceğimiz bilimsel öğrenimi de düşünmeliyiz” demektedir. 

O günler, karma eğitim talebinin de yükseldiği, 1919’da Sabiha Sertel’in “artık karma eğitimin tartışılmasının bile abes olduğunu” söylediği; Darülfünun’daki kadın öğrencilerin kendi derslerini boykot ederek, erkek öğrencilerin sınıflarına girip fiilen karma eğitimi başlattıkları günlerdir aynı zamanda. Tramvayda, vapurda, tiyatroda kadınların harem-selamlık uygulamasını protesto ettikleri zamanlardır bir yandan da. 

O günlerden bugüne gelelim bir de… 1900’lerin başında “abes” olarak görülen bir tartışmaya maruz kalıyoruz yeniden; karma eğitimin kaldırılmasını, kız okullarının açılmasını, kadın üniversitelerini konuşuyoruz. Oysa kız okulu demek, kadın üniversitesi demek, tam da bir asır önce kadınların karşı çıktığı, farklılaştırılmış, cinsiyetlendirilmiş müfredat demek, cinsiyetlere göre ayrıştırılmış meslekler demek. Pembe otobüs, tramvay demek. Kısacası kamusal alanın kullanımının uzun vadede cinsiyetlere göre katı bir biçimde ayrılması demek. 

Yüz küsur yıl önce kadınlar eğitimi esaretten kurtulmanın yolu olarak tanımlarken, okul çağındaki kız çocuklarının evlendirilmesine karşı da mücadele vermişlerdir. Erken yaşta evliliklerin kız çocuklarında hangi tahribatları yarattığını, erken yaşta doğumların anne-çocuk sağlığı açısından hangi problemlere yol açtığını gündeme taşımışlardır. Oysa bugün yüz binlerce kız çocuğunun yoksulluk ya da ailelerinin muhafazakâr tercihleri nedeniyle eğitim hakkından yararlanamadığını, çocuk yaşta evlendirildiğini görüyoruz. Üstelik mecliste de çocukların evliliğini yasal hale getirmek isteyen bir toplamla karşı karşıya olduğumuzu biliyoruz. 

Kadın hareketinin öncülerinin mücadelelerini yoğunlaştırdıkları konulardan biri de evlilikte kadınları güvence altına almak, erkeğe tanınan tek taraflı boşanma hakkını ve çokeşliliği kaldırmak, geleneksel cinsiyet rollerini dönüştürmektir. Ama yine bugüne geldiğimizde, devletin en üst kurumu TBMM’de çok eşli olan, çok eşliliği meşrulaştırmaya çalışan milletvekillerinin olduğunu görüyoruz. Kadınların en önemli güvencesi olan Medeni Kanun’un tartışmaya açıldığını görüyoruz. Dinsel nikâhla resmî nikâhı eşitleyen, resmî nikâhın boşanma, velayet, nafaka gibi konularda kadınlara sağladığı hakları yok etmeyi amaçlayan adımların atılmaya çalışıldığını görüyoruz. Kadına yönelik işlenen suçlardaki “cezasızlık” tutumuyla, din dersleriyle, tarikat ve cemaatlerin sosyal yaşam üzerinde kurdukları baskıyla kadına itaatin, erkeğe tahakkümün benimsetildiği cinsiyet rollerinin toplumda hâkim kılınmaya çalışıldığına tanıklık ediyoruz. 

Nitekim daha birkaç gün önce bir kadın bakan, kadınlar için esnek ve uzaktan çalışma rejimini önererek, kadını kamusal yaşamdan uzaklaştırıp eve kapatacak, bir yandan günlük mesaisini yaparken bir yandan da ev işlerini ve bakım hizmetlerini üstlenecek yeni bir sömürü modelinin “müjde”sini verdi. Oysa 1913’de Meliha Cenan “Mademki kadın erkeğin hayat arkadaşıdır, o halde mesai arkadaşı da olmalıdır” diyerek, ailede ve toplumda eşit statünün altını çiziyor, kadının kamusal alana katılımını savunuyordu; Sabiha Sertel ise kadınların çalışma hayatına dahil olabilmesi için kreş gibi sosyal kurumların açılmasının zorunlu olduğunu söylüyordu. 

Yüz küsur yıl öncesiyle bugünün sorunlarını karşılaştıran örnekleri elbette çoğaltılabiliriz, ne kadar geriye düştüğümüzü sayfalarca anlatabiliriz. Ancak burada amaç karamsarlığı büyütmek değil, aksine sorunların sürekliliğini görmek, bu topraklarda laikliğin dün de bugün de yarın da kadınlar için ne kadar yaşamsal olduğunun altını çizmektir. Sabiha Sertel’in “Gericiler istiyor diye kadınlar geçmişe dönmeyecek” sözleri; Nezihe Muhiddin’in "Biz kadınlar toplumun her yerinde; siyasette, mecliste, çalışma hayatında yer alacağız… Kamusal alanın inşasında biz de eşit vatandaşlar olarak varız" demesi; Mükerrem Belkıs’ın “İnsanlığın mutluluğa ulaşmak için ihtiyaç duyduğu iki kanattan birinin sosyalizm diğerinin feminizm olduğunu” söylemesi geçmişten bugüne kalan mirastır. Bu mirası kitleselleştirerek ileriye taşımak gerekiyor.