Bir kelebek olmadığı ve kanat çırpamadığı için Kalender sadece kişnemiş ve dört nala koşabilmiştir. Kendisini bu şekilde ifade edip dünyayla böyle iletişim kurmayı becerebilmiştir. Bunu yaparken bir telgrafı geciktirip iki ülke arasında iletişim sorununa yol açmış ama bir yandan da yıllar önceki bir yanlış anlamayı çözerek iki insanı buluşturmuş, başka bir iletişim sorununu çözmüştür.

Ve Kalender kişnedi…

SEMİHA DURAK

Olay, yağmurlu bir akşamüzeri, Şişhane’de geçiyor. Eski İstanbulluların rahatlıkla hatırlayabileceği, artık siyah-beyaz fotoğraflarda kalan o nostaljik çöpçü arabalarından birini çekmekte olan Kalender ismindeki at, birdenbire karşısına çıkan hamalın sırtında taşıdığı devasa aynada kendisini görür ve şaşkınlıktan ya da korkudan kişner. İşte aynı anda üç kıtayı birden etkileyecek daha önceden öngörülemeyen olaylar zinciri böyle başlar…

Kalender kaçmaya çalışırken bir dükkan vitrinine çarpar, şangırtıyla inen vitrin camının sesinden iyice korkar ve dörtnala koşarken yağmurda kayganlaşan zeminin de etkisiyle bu kez bir otomobil ve tramvayın da dahil olduğu bir kazaya neden olur. Otomobilin sahibi zengin işadamı Artin Margusyan, Sao Paulo’ya çok önemli bir telgrafı bu kazadan dolayı gönderemez ve bu da iflasına neden olur. Telgraf gelmeyince Sao Paulo’daki firma malları Hamburg’da yaşayan zor durumdaki Alois Morgenrot’a kredi karşılığında göndermeyi kabul eder. Hayatı boyunca ‘açlık ve sefalet’ yaşamış, hatta vaktiyle altın dişlerini satmak zorunda kalmış olan Alois birdenbire zengin olmuştur. Zenginliğin bir anda el değiştirmesine neden olan Kalender, bununla da kalmayıp vaktiyle birbirlerine açılmayı becerememiş iki eski aşığın karşılaşmasına ve böylece geç kalmış bir aşk hikâyesinin başlamasına da ön ayak olmuştur.

Kalender ve onun çektiği çöp arabası, ‘kelebek etkisi’ yaratarak İstanbul’dan Sao Paulo’ya oradan Hamburg’a uzanıp hikâyede anılmayan daha kim bilir kaç kişiyi, kaç değişik coğrafyayı etkileyecek olaylara neden olur. Bir kelebek olmadığı ve kanat çırpamadığı için Kalender sadece kişnemiş ve dört nala koşabilmiştir. Kendisini bu şekilde ifade edip dünyayla böyle iletişim kurmayı becerebilmiştir. Bunu yaparken bir telgrafı geciktirip iki ülke arasında iletişim sorununa yol açmış ama bir yandan da yıllar önceki bir yanlış anlamayı çözerek iki insanı buluşturmuş, başka bir iletişim sorununu çözmüştür.

1953 yılında yayımlanan ve ‘Şişhane’ye Yağmur Yağıyordu’ adını verdiği bu ödüllü öyküsünde Haldun Taner, aslında iki olasılıktan söz etmektedir. Kalender’in aynada kendisini görmesi ve kişnemesiyle oluşabilecek olasılıklardan ilki yukarıdaki gibi vuku bulur. Ve yahut ikinci olasılıkta Kalender kişner, sakince yoluna devam eder ve ‘hiçbir şey’ olmaz…

Meksikalı yönetmen Alejandro González Iñárritu’nun Babil (Babel) filmini izlediğimde Haldun Taner’in bu öyküsünü henüz okumamıştım. Daha doğrusu hiçbir öyküsünü okumamıştım. Kadıköy Rıhtım’da yıllardır sayısız kucaklaşmaya tanıklık eden ‘sahne’ydi benim için Haldun Taner. Bir de Keşanlı Ali Destanı. Daha fazlası değil. Zaman ve mekan sıkışması ya da genişlemesi üzerine birşeyler okuyup ‘cevabı ömür süren sorulara’ yanıtlar ararken karşıma çıkıverdi bir gün. Yine birbirini ‘tetikleyen’ tesadüfler eseri bu hikâye geldi, yıllar sonra beni buldu.

Iñárritu’nun Babil filminde anlattığı da Şişhane’ye yağan yağmurun altındaki Kalender’in hikâyesi gibidir. Tokyolu zengin bir işadamının Fas’ta katıldığı bir av gezisi sonrasında buradaki rehberine hediye ettiği silahın ‘tetiklediği’, üç kıtayı etkileyen, birbirinden kilometrelerce uzaktaki insanları, hikâyeleri bir anda birleştiren olaylar zinciridir filmde izlediğimiz. Aynı zamanda elden ele dolaşan, ülkeler arası yolculuklar yapan bir objenin de hayat hikâyesi ve onun istemeden neden olduğu ‘karmaşadır’ tanık olduğumuz. İş adamının silahı dönüp dolaşıp Fas’ta yaşayan iki çocuğun elinde patlar ve silahın dalga dalga yayılan sesi Meksika’dan duyulur. Bu silahın neden olduğu olaylar sonucu Meksika’da bir düğüne gitmek zorunda kalan Amerikalı iki çocuğun ve bakıcılarının hayatları etkilenir. Gerçekte ‘olayın’ tam olarak ne zaman ve nerede başladığını kestirmek güçtür. Amerikan yapımı silah, Tokyo’ya oradan Fas’a yol alır. Bir Tokyolu ve Faslıyı buluşturan insan elinden çıkma silah, önce hayvan avında kullanılır, ardından keçi sürüsünü çakallardan koruması amacıyla iki küçük çobanın eline geçer ve bizim tanık olduğumuz serüveninde tesadüfen yoldan geçmekte olan bir Amerikalıyı yaralar. Yaralanan bir Amerikalı olunca yanlış anlaşılmalar, kültürel ve sosyal farklılıkların yol açtığı ön yargılar sonucu bu olay bir terörist saldırı zannedilir ve bu yanlış anlama ülkeler arası diplomatik soruna dönüşür. Buradaki sihir, hikâyeye gizlenen iletişim sorunu filmin adının Babil olmasında saklıdır. Iñárritu insanları hem ayıran hem de tuhaf bir şekilde birleştiren bu ironik kargaşa ile Babil Kulesi’ne atıfta bulunmaktadır.

Bu efsanevi hikâyeye göre bir zamanlar aynı dili konuşan ve barış içerisinde yaşayan insanlar tanrıyı görmek ve cennete ulaşmak adına gökleri delen yedi katlı bir kule yapmaya karar verirler. Tanrı tarafından küstahça algılanan bu kule inşaatı insanları daha da bir araya getirdiğinden iktidarını kaybetme korkusu yaşayan tanrıyı büsbütün panikletir. Gücünü kaybetmek istemeyen tanrı insanların dillerini karıştırıp onları dünyanın dört bir yanına dağıtır ve birbirini anlamayan kabilelere dönüştürür. İnsanlığın binlerce yıldır süren kargaşası da böylece başlamış olur.

Bu yıl kimsenin öngöremediği, yüzyılın en büyük kargaşalarından biri oldu, olmaya da devam ediyor. Görünen o ki Çin’de bir yarasa kanatlarını çırptı. Zaman distopyaya doğru aktığına göre kanatlarını çırpanın kelebek olacak hali yoktu. Anlaşılan o ki bu hikâyede ikinci bir olasılık da bulunmuyordu ve yahut ‘biz’ o olasılıkta değildik…Çin’deki yarasa ve insanın etkileşimiyle binlerce hikâye bir araya geldi, olaylar gelişti, birbirini tetikledi ya da birbirine hiç dokunamadan hikâyeler öylece bitti. At, çakal, keçi, kelebek ya da yarasa…İnsanın istese de istemese de her hikâyesini paylaştığı hayvanlarla kurduğu ilişki, etkileşim, iletişim onları dizginlemek ve yok etmek üzerine kurulu olsa da bütün hikâyeler her seferinde dönüp dolaşıp insanı derinden etkiliyordu. Kendisini ‘doğanın bahçıvanı’, buraların hâkimi, tek sahibi sanan ve de dünyanın dört bir yanına dağılan Babil’in insanları büsbütün unutmuşken konuşmayı mesafelerin birkaç metre ya da kilometrelerce olmasının artık çok da önemi yoktu. Zaman ve mekanın iyice sıkıştığı, herşeyin hem çok yakın hem çok uzak olduğu ‘küresel bir köydü’ artık dünya. Biz de doğruyla yanlışın ayırdına varmakta zorlanan, neye inanacağını tam olarak bilemeyen, kafaları ve de kavramları karmakarışık, birbirini duymayan, anlamayan yapayalnız dünyalılar…

Şimdi bu uçsuz bucaksızmış gibi görünen mesafeler ne zaman son bulacak ve ne zaman yeniden kucaklaşmalara sahne olacak rıhtımda bekleyen Haldun Taner bilinmez. Oysa şu anda hepimizin ihtiyacı olan tek şey aslında bu sıcacık, tek vücut olmuş kucaklaşmadır. Sonra buradan kalkar herkesin yeniden aynı dili konuştuğu bir dünyayı hayal etmeye gideriz. Ve yarasalar yeniden kelebek olur…