Veda geceleri
‘Veba Geceleri’ aslında farklı bir okuma ile veda gecelerine dönüşüyor; bilimsel olmayana, eski çürümüş devlete, halkın faydasına olmayan kavramlara veda. Her veda bir tercihtir, hele ki halk adına tercih yapanlar daha büyük sorumluluk altındadır. Sorumluluğun artması karşıt güçler arasındaki mücadeleyi de çatışmayı da şiddetlendirir.
YAVUZ ARKIN
Cumhuriyet, yaşayan bir organizma; doğuyor, belli dönüşümler geçiriyor, hastalanıyor, bununla mücadele ediyor ve öyle bir zaman geliyor ki doğduğundan çok daha farklı bir hâl alıyor. Eski Yunan’daki cumhuriyet olgusunda vatandaş etkin bir rol oynarken, şimdiki Türkiye Cumhuriyeti’nde vatandaşın konumunun çok farklı olması, bunun en güzel örneği.
Türkiye’de demokrasi, adalet, lâiklik, devletçilik gibi birçok konuda tartışmalar sürüyor. Bu kavramların hayata düzgün geçmedikleri ya da kuruluştan gelen bir zafiyet nedeniyle yarım kalmışlıkları konusunda birçok tez var. Cumhuriyet konusunda sosyologlar, tarihçiler, siyasiler, siyaset bilimciler, hukukçular kendi uzmanlık alanlarına uygun şekilde fikirlerini beyan ediyorlar.
VİRÜS VE CUMHURİYET
Peki tarih boyunca yaratıcılık ve ilerleme konusunda bizlere destek olan edebiyatın bu konuda söyleyeceği şeyler yok mu?
Bu noktada Nobel ödüllü (tek!) yazarımız Orhan Pamuk son romanı ‘Veba Geceleri’ ile bu konuya dahil oluyor. Romanda, öncelikle Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu ve geçirdiği evreleri işliyor. Bu aşamalar esnasında kişiler ve kurumlar arasındaki çatışmaları, kitabın basıldığı pandemi dönemini de katarak ele alıyor.
Yazının başında yaşayan bir organizmaya benzettiğimiz cumhuriyetin karşısına veba virüsünün çıkması hiç de tesadüf değil diye düşünüyorum. Bir virüs kendine uygun bir konak bulduğu zaman beslenip büyür güçlü hale gelir, bir sonraki aşamada da karşısındaki ile savaşır. ‘Veba Geceleri’ romanında da mücadele edilen bu virüsün yaşaması için oldukça uygun bir ortam oluşuyor. Buna rağmen işin en başında bir inkâr mekanizması devreye giriyor. Bu mekanizmanın başındaki kişinin Minger adasının yönetimini sürdüren vali olması Osmanlı Devleti’nin yeni kavramlara kapalı olmasının bir özeti aslında.
Romanı tür olarak bir kategoriye sokmak zor; sokmak da gerekmez belki de. Ortada bir kurgu var ama tarih bunun oldukça içinde, hatta merkezinde. Gerçek tarih ile kurgu arasında gel git yapıyoruz, gerçek ve kurgu aynı cümleler içinde yüzüyor. Saf bir tarih kitabı da diyemiyoruz, saf bir roman da. Kimi bölümleri düşünürsek, polisiye bir roman okuyoruz hissine de kapılabiliriz. Romanın içinde Osmanlı Devleti’nin başında bulunan Abdülhamid’in Sherlock Holmes sempatisi etkin bir rol oynuyor. Türlerarasılık gibi bir kavramın başka bir tanımını da ortaya atabiliriz bu kitap ile.
YENİ-TÜRLERARASILIK
Yeni-Türlerarasılık ile roman kendine başka bir yer mi sağlıyor üzerine de düşünmek gerekiyor. Geçmişte ciddiye alınmayan hor görülen dışlanan roman bu sayede yarı-bilimsel bir mecraya mı evriliyor. Bunu söylemek için belki erken ama kesinlikle konuşulması gerekiyor. Öyle ki geçmişte yazılan bilimkurgu romanları bugünün birçok teknik gelişmesini haber verdiği gibi, daha da kötü bir şekilde bir kenara itilen romansların da günümüzün kadın hareketlerinin temellerinin bir köşesinde yer aldığını düşünüyorum.
Kitap Osmanlı’nın 29. Vilayeti Minger Adası’nda geçiyor, veba salgını vakalarının artması üzerine Sultan Abdülhamit Sağlık Başmüfettişi kimyager olan Bonkowski Paşa’yı, sonrasında genç bir doktor olan Doktor Nuri’yi salgını durdurması için adaya gönderiyor.
YAZARIN SESİ
Doktor Nuri’ye eşi Pakize Sultan eşlik ediyor ki kendisi romanın başlarında olmasa da sonralarında etkili bir karakter ve adanın kaderini değiştiriyor diyebiliriz. Adada kendilerine oldukça yardımcı olacak Kolağası Kâmil ve daha sonraları âşık olacağı Zeynep, Osmanlı Devleti’ni temsil eden Vali Sami Paşa ile sevgilisi Marika da merkezde bulunan karakterler.
Roman boyunca aralarda yazarın sesini duyuyoruz, kendisini bize hatırlatıyor ve anlatılan olayın / olayların bir açıdan yaşandığını ispat etmeye çabalıyor. Anlatıcımız, Doktor Nuri ve Pakize Sultan’ın kızlarının torunudur. Roman da Pakize Sultan’ın günlüğünde yazdığı olaylar çerçevesinde ilerliyor. Aradaki boşlukları da yazar araya girerek dolduruyor diyebiliriz.
Karakterler konusunda tarafsız bir bakış açısı var Orhan Pamuk’un, mesafesini iyi ayarlıyor. Bu konuda okuyucuya da alan açıyor, boşlukları doldurmak işinin bir bölümü de onlara ait. Bu boşlukların çok fazla olmadığını belirteyim, en azından bende öyle oldu. Taraf tutmamasına rağmen yazar kitabını okura teslim etmiyor, bırakın boşluk bırakmayı kimse içeri sızmasın diye konuyu uzatarak barikat kuruyor resmen. Barikatı aşmak imkânsız değil ama bu durum kitabın rahat okunur olmasını zorlaştırıyor.
ESKİYE VEDA
Romanda anlatılan, bir Osmanlı öyküsü gibi dursa da; odaklandığı dönem, ilk yarısında günümüz iken, ikinci yarısında Cumhuriyet ve kuruluşuna dönüyor. Kuruluşun yaşadığı zorluk ve savaşlar aslında veba ile yapılan savaşla oldukça benzerlik gösteriyor. Veba ile yapılan mücadelede sadece devlet yok işin içinde; tarikatlar da etkili olmaya çalışıyor, bilimsel olmayan yönlerden elbette.
‘Veba Geceleri’ aslında farklı bir okuma ile veda gecelerine dönüşüyor; bilimsel olmayana, eski çürümüş devlete, halkın faydasına olmayan kavramlara veda. Her veda bir tercihtir, hele ki halk adına tercih yapanlar daha büyük sorumluluk altındadır. Sorumluluğun artması karşıt güçler arasındaki mücadeleyi de çatışmayı da şiddetlendirir.
Roman türü günümüzde kendini güçlü bir şekilde ortaya koyuyor, söyleyeceği çok şey var. Bunun için de elindeki argümanlar eskisine göre oldukça fazla. Yazılması zor bir tür olabilir; yapı kurmak, karakter oluşturup geliştirmek, atmosfer oluşturmak ve hepsini belli bir yoğunlukta tutmak büyük bir emek istiyor. Verilen bu emek ile eskisinden farklı olarak sözü daha fazla dinlenir olacak, güçlü bir gelecek için bu da şart.