Meşhur diyalog vardır ya, ressam ile izleyicisi arasında geçen, adam sorar “Bu ne biçim balık?”; ressam cevaplar: “O balık değil,

Meşhur diyalog vardır ya, ressam ile izleyicisi arasında geçen, adam sorar “Bu ne biçim balık?”; ressam cevaplar: “O balık değil, resim!”. Atatürk’e ya da genelde gerçekte yaşamış insanlara dair filmlere de öyle bakmak lâzım herhalde. ‘Veda’ya bakarken “Bu ne biçim Atatürk?” diye sormaktansa, yönetmenin yarattığı fantezi figürüne bakmak lâzım. Yani, okuyacağınız yazıda Atatürk’e dair bir şey olmayacak. Filmdeki ‘Atatürk’ adlı fantezi ürünü karaktere dair şeyler olacak. Ve tabii diğer karakterler için de aynısı geçerli.
Film, Mustafa Kemal Atatürk’ün (MKA diyerek yabancılaştıralım) çocukluktan ölümüne dek arkadaşı kalan Salih Bozok’un anılarına dayanıyor. Bozok, MKA ölmek üzereyken oğluna bir veda mektubu yazmaya koyuluyor. Bozok, mektupta MKA ölünce, kendisinin de neden intihar edeceğini anlatmayı deniyor oğluna. Bozok’un bunu anlatmayı başardığı söylenemese de, Mustafa Kemal’in hayatının hızlı ve kısa bir özetini geçiyor seyirciye. Bu hayat hikâyesinde bugüne kadar duymadığımız pek önemli bir şey yok.
Yönetmen, filmin kahramanı MKA’ya Bozok’un hayran bakan gözleriyle baktığı için bize de kendince kusursuz bir insan portresi çiziyor. Ama neye niyet, neye kısmet… Mesela ben filmin gösterdiği MKA’ya hiç de hayran olmadım. Filmin MKA’sı kasıntı ve sevimsiz bir çocuk. Arkadaşlarıyla birdirbir oynamayı bile bir ilke meselesi haline getiriyor, oyunun içine limon sıkıyor. Herkes gibi eğilip üzerinden atlanılmasına izin vermeyi gurur meselesi yapıyor. Birdirbir oynamak yerine, savaş oyunu oynamayı tercih ediyor. Ben çocuk olsam bu MKA’yla arkadaş olmak istemezdim. Ama hem Bozok hem de Livaneli belli ki filmin MKA’sının bu garip, şiddet eğilimli ve kasıntı davranışlarında büyük bir dehanın pırıltılarını görüyorlar. 
LATİFE: BİR ARZU NESNESİ
Her erkek çocuk gibi Mustafa’nın da ilk aşkı annesi. Mustafa, babasının ölümünden sonra tekrar evlenen annesini müthiş kıskanıyor ve evi terk edip, aylarca annesinin yanına dönmüyor. Üvey babasının elinden annesini alamasa da hiç olmazsa yıllar sonra üvey babasının yeğeni Fikriye’yle birlikte oluyor. Yani babasının elinden bir kadını kapıyor sonunda! Mustafa Kemal’le Fikriye’nin, sevgili olmadan önce, abi-kardeş çerçevesinde bir ilişki sürdüklerini de belirteyim. Mustafa, daha sonra Latife’yi seçip Fikriye’ye ihanet ediyor etmesine ama bir dil sürçmesi, asıl kadının hep Fikriye (kızkardeşi/babasının yeğeni/annenin ikamesi) olduğunu gösteriyor.
Latife, muhtemelen bir arzu nesnesi olmaktan çok, politik bir seçim Mustafa için. Latife modern, Batılı, özgür ve zengin bir kadın ve başta olumlu bir tip olarak karşımıza çıkıyor. Teorik olarak hoş görünen özgür ve Batılılaşmış kadın, Latife’de cisimleşmiş haliyle nevrotik ve pabuç dilli bir cadaloza dönüşüyor kısa süre içinde (Zübeyde kaynananın beklentisi çıkıyor!). Film (yani yönetmen) Latife’yi anlamak için zerre kadar çaba harcamıyor. Yoksa yönetmen, Batılılaşma fantezisinin pek de iyi sonuç vermediğini, vermeyeceğini mi söylüyor bu olumsuz Latife tiplemesiyle? Sanmam. MKA’ya uymayan iyi değildir, o kadar. Daha derin bir mana, yorum yok.
Peki bu Bozok-MKA ilişkisi nasıl bir şey? Bozok neden bağımsız bir kişilik geliştiremiyor, neden firavunlarla birlikte gömülen hizmetkârları gibi efendisiyle birlikte ölmek istiyor? Kendi ailesine neden değer veremiyor? Bu simbiyotik yaşam biçimi filmde açıklığa kavuşmuyor. Güçlü bir erkeğe hayranlık duyan zayıf erkek figürü Livaneli’nin kitabından uyarlanan “Mutluluk”ta da vardı. Orda da profesör karakteri, Doğulu, güçlü erkeğin yolculuğuna hayranlıkla hizmet ediyordu. Bir sarhoşluk anında da o erkek gibi olmayı arzuladığını söylüyordu. Bozok da biraz o profesör gibi ama onun çok daha patolojik  bir hali tabii ki. 
BEST OF ATATÜRK…
Filmin amaçlamadan komikleştiği anlar var: Mesela MKA, babayiğit bir askerle, güreş konulu bir sohbet sürdürürken, Latife balkondan sarkıp, akşamları maiyetindeki subaylarla yeterince vakit geçirdiğini, bir de sabahlarını askerlere ayırmamasını söylediğinde, salonda gülüşmeler oldu. Üstelik bu sahnede MKA kalp krizi geçiriyordu. Yönetmen için büyük talihsizlik, çünkü hedeflenen tepkinin “gülüşme” olmadığı açık.
Tabii filmde MKA’nın askeri ve politik zaferlerine değin sahneler de var. Ama bunlar “best of Atatürk” şeklinde bağlamsız bir şekilde filme serpiştirildikleri ve bilinen efsaneleri abartarak yenilemekten öteye gitmedikleri için tartışılmayı hak etmiyorlar. Kaldı ki konuları ben de ayrıntılı bilmiyorum.
Sonuç mu? Baş kahramanını  anlamak değil yüceltmek için yola çıktığı ve diğer kahramanlarını sadece yüzeysel biçimde ele aldığı içi kötü bir film “Veda”. Ayrıca müziğin kanırtıcı kullanıldığı, oyuncuların, özellikle çocuk oyuncuların kötü yönetildiği de söylenebilir. Oysa ortada gerçekten anlaşılmayı hak eden tarihsel figürler var. Mustafa Kemal, Latife, Fikriye, Salih ve diğerleri ya da şöyle söyleyelim, gerçek ya da tamamen hayali, tarihsel olarak mühim ya da değil hiç kimse bu filmdekiler gibi sığ biçimde ele alınmamalı.
YENİLMEZ: Beyaz Afrikalılar bu kez de galip
CLINT Eastwood’un ‘Yenilmez’i, Güney Afrika Cumhuriyeti’nin efsane lideri Nelson Mandela’nın hapisten çıktıktan sonraki ilk yılını konu alıyor. Anlaşılan o ki Mandela, işi gücü bırakmış, nerdeyse sırf beyazların oynadığı rugby ile uğraşmış hapisten çıktıktan sonra. Siyahların nefret ettiği bu sporu destekleyerek ülkede ırklararası barışı sağlayacağını, nefreti dindireceğini düşünmüş Mandela. Filme göre başarılı da olmuş. Güney Afrika Rugby Milli Takımı, dünya şampiyonu olmuş. Yani sonunda yine Beyazlar kazanmış ki maalesef Güney Afrika’da olan da bu. Eğer Mandela ve lideri olduğu Afrika Ulusal Kongresi ülkenin sınıf yapısına dokunsaydı, kamulaştırmalara gitseydi, sömürenlerden yana politikalar izleseydi bugün böyle filmler izleyebilir miydik? Kesinlikle hayır. Mandela o zaman bir canavar olurdu. Neyse bunları bir kenara bırakalım, Eastwood’un filmi suya sabuna dokunmayan, sıkıcı ve yüzeysel bir film. ‘Veda’ Atatürk’ü yüceltmekle uğraşsın, ‘Yenilmez’ de aynı çabayı Mandela için yapıyor. Ve Mandela’nın hem Siyahlar hem de Beyazlar için ne büyük bir şans olduğunu söylüyor. Irksal açıdan çok iyi bir şey tabii, ırklar arasında ciddi sınıf farkları olmasaydı.
EYVAH EYVAH: Neredesin Baba?
“Recep İvedik III”ü beğenmeyen sinema yazarlarını topa tuttu köşe yazılarından birinde Serdar Turgut. Yazara şu açıdan hayran oldum: Ne popülizmi, ne de elitizmi kendinden başkasına yar etmemeyi başarmıştı. Hem Recep İvedik’ten hem de New Yorker’ın eski eleştirmeni Pauline Kael’den aynı yazıda övgüyle söz etmek kolay iş değildir! Ayrıca bir sıkıyönetim bildirgesi gibi köşe yazısı yazmayı da beceriyordu Turgut:  1,2,3 diye madde madde sıralayarak ve eleştirmen diye birbirinden hiç farkı olmayan bir kitle yaratarak. Aynı bakış açısıyla Turgut’u da diğer köşe yazarlarından ayıran bir şey olmasa gerek.
Ben de siz köşe yazarlarına “bunlar” diye hitap edebilir miyim Serdar bey? Neyse lafı uzatmaya değmez ama son bir sorum var Turgut’a. Pauline Kael mesela “Batı Yakasının Hikâyesi”ni hiç beğenmemiş. Kael’in, adını yanlış andığınız kitabında (doğrusu “I Lost It In The Movies”) o filmle ilgili eleştirisi de varmış. Okudunuz mu? Kael de beynini “kompartalize” edememiş olabilir mi acaba? “Batı Yakasının Hikâyesi” hani çok popüler olmuş bir filmdir ya, ondan merak ettim.
“Eyvah Eyvah”ı yazmaya oturunca ister istemez aklıma geldi Turgut’un yazısı. Acaba bu filmlerle seyirci arasından çekilmeli miyim diye düşündüm? Evet, yine çok eğlenmedim, çok gülmedim. “Eyvah Eyvah”ın babasını arayan Trakyalı müzisyen kahramanı neyse ki sevimli biri. Ayrıca karşısında oynayanlar da karakter denilebilecek özelliklere az çok sahipler. Yani “R.İ. III”ten birkaç gömlek üstün bir iş var karşımızda kanımca. Keyifli bir gününüzdeyseniz, “Eyvah Eyvah” ta pekâlâ eğlenebilirsiniz, herhalde…