Venedik Günleri adlı bölümde Miu Miu adlı moda şirketinin ısmarladığı 4 kısa filmden oluşan “Kadınların Hikâyeleri”ni moda şirketinin (miu miu) web sitesinden görebilirsiniz (http://www.miumiu.com/it/wtales/2/film). Lucrecia Martel ve Giada Colagrande’nin filmleri ilginçken, Zoe Cassavetes ve Massy Tadjedin’in filmleri ise bende iz bırakmadı.

Altın Aslan için yarışan üçüncü film Avusturyalı yönetmen Ulrich Seidl’in Cennet üçlemesinin ikinci bölümü olan “Cennet: İnanç” (Paradies: Glaube) oldu. Seidl bu yıl üçlemesinin ilk filmi olan Cennet: Aşk ile Cannes’da yarışmış ama ödül alamamıştı. Seidl, belgeselden kurmacaya geçen bir yönetmen. Kurmaca filmleri de belgesel tadı taşıyorlar. Seidl’in kahramanları Amerikalı fotoğrafçı Diane Arbus’in fotoğraflarını çekmeyi sevdiği insanları hatırlatıyor bana. Bu insanlar çekicilikten nasiplerini almamış, sıradan insanlar. Egemen inanışların ya da davranışların onlara gösterdiği kalıplar ve sınırlar içinde mutluluğu arıyorlar. Cenneti yerde bulmayı umuyorlar. Üçlemenin ilk ayağı, yaşlıca ve şişmanca bir Avusturyalı kadının, Teresa’nın, Kenyalı genç erkeklerle cinsel ve duygusal tatmin arayışını anlatıyordu. Bu kez de Teresa’nın yine tatilini geçiren kız kardeşi, radyoloji teknisyeni Maria’yla tanışıyoruz. Maria da tatilini kendince en iyi yöntemle geçiriyor, koltuğunun altına sıkıştırdığı Meryem Ana heykelciğiyle ev ev dolaşıp misyonerlik faaliyeti yürütüyor. Tanrının annesi Meryem’e dua etmeleri için insanları ikna etmeye çalışıyor. Karşısına, Sovyetlerin yıkılması sonrasında, düzgün yaşamından kopup kendisini Batı’da tuvalet temizlerken bulan depresif bir Rus kadın, annesinin ölümünden sonra evini toplamamış eksantrik bir adam ya da Maria’nın yaklaşılarını hayat tarzlarına hakaret olarak gören laik bir çift gibi insanlar çıkıyor.

Bir akşam eve döndüğünde seyirciyi de Maria’yı da şaşırtan bir sürpriz oluyor. Maria’nın Mısırlı Müslüman ve paraplejik (belden aşağısı tutmayan) kocası iki yıl sonra eve dönmüştür! Kocanın iki yıl boyunca nerede olduğunu öğrenemiyoruz ama felç nedeninin iki yıl önce gerçekleşen bir otomobil kazası olduğunu öğreniyoruz. Maria’nın dindarlaşması da bu zaman zarfında gerçekleşmiş. Film kadın ile erkeğin hayat tarzlarının çatışması üzerinden gelişiyor. Seidl’in filmlerine çok kızan var, onu ırkçılıkla suçlayan kişi sayısı az değil. Ya da çirkin ve cahil insanları sömürmekle suçlayanlar var. Seidl’a karşı aynı keskinlikte bir duygu beslemiyorum. Eleştirilerde anlaşılır bir yan var. Ama bana Seidl daha çok bir ayna tutmaya çalıyormuş gibi geliyor. Bazen çok çirkin görüntüler de giriyor görüntüye. Seidl ne düşünüyor peki bu aynayı tutarken? Aşağılamak için mi yapıyor? Neyi aşağılıyor? Kimi aşagılıyor? Herkesi? Açıkcası ben de çok emin değilim bu soruların cevabından ama sanki ortalama Batılı insanın aslında ne kadar geri kalmiş ve ne kadar çaresiz olduğunu anlatmaya çalışıyor gibi. Bu insanlardan nefret etmiyor bence Seidl. Fakat üçlemenin “Inanç” ayağının “Aşk” ayağına göre daha zayıf olduğunu da söylemeliyim.

İlginç bir rastlantıyla “Cennet: İnanç’ın ardından Gece Bekçisi filmiyle tanıdığımız Liliana Cavani’nin “Clarisse”  adlı belgeselini seyrettim. Bir manastırdaki rahibelerin Katolik Kilisesi’nin erkek egemenliği ve mizojenik ideolojisi üzerine düşüncelerine odaklanan filmde bir şey dikkatimi özellikle çekti. Cennet: İnanç’ın Maria’sı, İsa’yla duygusual/cinsel bir aşk yayıyordu.

Manastırdaki bir rahibe de İsa’yı anlatırken gerçek bir erkekten söz eder gibi konuşuyordu. İsa birçok inançlı Hıristiyan kadın için yakışıklı, iyi bir erkek figürü. Maria’nın bir İsa heykelciğiyle masturbasyon yapması o kadar acayip değilmiş dedim.

İstanbul Film Festivali’nde “Man Push Cart” ve “Chop Shop” gibi filmleri gösterilen Ramin Bahrani’nin Her Ne Pahasına (At Any Price) adlı filmi yarışmanın şu ana kadar bence en iyi filmiydi. Gerçi biçimsel olarak Rus filmi “Aldatma” daha çarpıcıydı ama Bahrani’nin filmi hem sosyal/ekonomik bir çerçeve çizmesiyle hem de kahramanlarının (babalar ile oğullarının) çatışmalarını, psikolojilerini verebilmesiyle daha iyiydi.

“Her Ne Pahasına” (HNP) klasik bir anlatıma sahip; bir aile hikâyesi temelde. Taşrada, tam olarak Iowa’da geçiyor. Amerikan çiftcileri artık ya büyük kapitalist olacaklar ya da ölecekler, zamanın ruhu böyle. Ürünün bir kısmını tohumluk olarak ayırıp bir sonraki ekimde kullanmak da artık geçmişte kalmış. Artık GDO’lu tohumları her yıl yeniden üretici firmadan almak zorundasınız: Hani şu pek ahlaki olduğu sanılan patent hakları filan buna neden oluyor. Tarlandaki tohumu kullanamıyorsun, tıpkı cd’ni ya da dvd’ni kopyalamayacağın gibi. Burada da milyarlık paralar söz konusu. Whipple çiftliğinin ve ailesinin babası Henry Whipple babasının gölgesinde kalmiş bir çiftçi. Ama işinde başarılı sayılır. Hem çiftliğini büyütmeyi başarıyor hem de Liberty Seeds adlı firmanın tohumlarının pazarlamacılığnı yapıyor. Henry, umutlarını bağladığı büyük oğlu Arjantin’e gidip dönmeyince, pek de değer vermediği küçük oğlu Dean’e ümitlerini bağlamak zorunda kalıyor. Ama Dean’in de hedefi araba yarışcısı olmak, çiftci değil. Dean tıpkı babası gibi aslında, o da bir türlü abisinin ve babasının gölgesinden çıkamıyor, ne kadar debelense de. Babası belki hiç bu gölgeden çıkmayı denememiş bile, Dean ise biraz da James Dean gibi hedefsiz bir asi. Bu iki az gelişmiş erkek sonuçta Amerikan sisteminin ödüllendirdiği türden katillere dönüşüyorlar. Bu benzetme yönetmenin kendisine ait, ondan kopyalıyorum. “Her Ne Pahasına”da babayı Dennis Quaid, oğul Dean’i ise Zack Efron oynuyorlar. Sosyal gerçeklikle birey psikolojisini başarıyla anlatabilen ve içeriği itibarıyla Amerikan sineması içinde radikal bir yerde duran HNP bakalım yarışmada ne yapacak?