Günde yedi sekiz saatlik otobüs yolculukları yapsanız her tarafınız ağrımaya başlar.

Günde yedi sekiz saatlik otobüs yolculukları yapsanız her tarafınız ağrımaya başlar. İstanbul Film Festivali’nin de bendeki etkisi böyle olmaya başladı. İlk 3 günde 10 film izleyince, hem kafam hem de bedenim yavaşla sinyalleri verdi. Günlük film dozunu bire indirerek devam ediyorum şimdilik.

İlk günün en önem verilen olayı Berlin’den Gümüş Ayı ödülüyle dönen, Bela Tarr’ın son filmi ‘Torino Atı’ydı. Bela Tarr’ın herhangi bir filmini baştan sona daha önce izlemişliğim yoktu. ‘Torino Atı’nın çıkış noktası Nietzsche’nin yaşadıklarıyla ilgili. Nietzsche bir gün yolda yürürken, bir arabacının atını kırbaçladığını görüyor. Gidip ata sarılıyor ve krize giriyor. İki gün evde kimseyle konuşmadan yatıyor bu olaydan sonra. Daha sonra “Anne, ben aptalın tekiyim” diyor ve ömrünün geri kalan 10 yılını bir tür bunama halinde tüketiyor. Yönetmen şu soruyu sormuş: “Nietzsche’nin başına ne geldiğini biliyoruz. Peki ata ve arabacıya ne oldu?” Film bunu anlatma iddiasında ama aslında dünyanın sonuna nasıl geldiğimiz üzerine bir fantezi. Bir tür anti-yaratılış, ya da yok ediliş efsanesi. Film, at arabacısı, atı ve kızının ve de dünyanın son 6 gününü anlatıyor. Tanrı nasıl dünyayı 6 günde yarattıysa, 6 günde de yok ediyor. Yaratılıştaki “ve sonra ışık vardı” cümlesine karşılık film “ve sonra karanlık vardı” cümlesini kuruyor. Son derece minimalist bir film ‘Torino Atı’. Çok az insan, çok az varyasyonu olan bir müzik, tekrarlayan eylemler içeriyor. İlk başta insan hayvan ilişkisinin köleci doğasını düşündürtüyor. Hayvanlarla kurduğumuz ilişkinin ne kadar korkunç olduğunu hissediyoruz filmin ilk uzun planında. Sonra gündelik hayatın zorlukları, yoksul bir baba kızın yaşama çabasını izliyoruz. Babanın kaba sabalığı, Çingenelere karşı düşmanca tutumu rahatsız edici. Ama sonra başka bir şey olmuyor. Çılgın bir rüzgâr esip duruyor, at yürümekten ve yemini yemekten vazgeçiyor, ışıklar kesiliyor vb. Bu son derece karamsar ve karanlık film iki saat yirmi dakikalık süresince çok az şey söylüyor ve seyircisini fena halde yoruyor. Orta metrajlı bir film olsa yeriymiş. Filmi çok beğenenler olduğunu da söylemek lazım.

‘Artık Yıl’ Cannes’da en iyi ilk filmlere verilen Altın Kamera’yı kazanmış bir Meksika filmiydi. Bu filmde de tersi oldu, çoğunluk beğenmedi, bense hiç fena bulmadım. Serbest gazetecilik yapan genç bir kadının hayatını izliyoruz filmde. Kadın rastgele cinsel ilişkilere giriyor ve bu ilişkilerde sadist ve mazoşist yan giderek daha çok ortaya çıkmaya başlıyor. Film açık olarak söylemese de, kadının 12 yaşında babasının tecavüzüne uğradığını ima ediyor. Babasına yönelik duyguları karman çorman kadının; suçluluk, öfke, nefret, sevgi hepsi iç içe geçmiş durumda. Babasının ölüm yıldönümünde ölmek, belki hem kendisini hem de babasını cezalandırmak istiyor. Geçtiğimiz hafta gösterime giren ‘Atlıkarınca’nın yapamadığını, ensestin taraflarından en azından birinin, bu örnekte kurbanın psikolojisini ayrıntılı bir biçimde gösteriyor film seyirciye. ‘Atlıkarınca’ya da haksızlık etmeyelim, onun da ciddi bir çabası olduğu açık ama sonuç beni heyecanlandırmadı ya da ikna etmedi.

İstanbul Film Festivalinde gösterilen ‘İtalya Sarsılıyor’ ile Ankara Film Festivali’nde gördüğüm ‘Timsah’ aynı kişiyi, İtalya Başbakanı Berlusconi’iyi konu ediniyor. ‘Timsah’ belgesel bölümler de içeren bir kurmacaydı, ‘İtalya Sarsılıyor’ ise bir belgesel.  Berlusconi’inin serveti tam olarak nereden geliyor, bilinmiyor. Mafya izleri var ama Berlusconi 200 milyon avroyu danışmanlara ve dil sürçmesiyle itiraf ettiği gibi ‘yargıçlara’ yedirerek aleyhine açılan davalardan aklanıyor. Sonra kankası, oğlunun nikâh şahidi Erdoğan’la benzer bir retorikle yargıyı ele geçirmeye çalışıyor. Berlusconi “Seçilenlerin ülkeyi yöneteceğini, yargının yönetemeyeceğini” iddia ediyor. Bu iddiayı tanıyoruz. Dediğim dedikçi bir yönetim isteyenlerin ortak iddiası bu. Masum gibi gözüküyor ama diktatörlüğe giden yol buradan geçiyor. ‘İtalya Sarsılıyor’ İtalya’da yaşanan bir depremi, Berlusconi ve çevresinin nasıl bir fırsata dönüştürdüğünü anlatıyor. Naomi Klein’ın ‘Şok Doktrini’ kitabında anlattığı felaket kapitalizminin tipik bir örneği yaşanıyor İtalya’da. Filmin en çarpıcı anlarından biri, iki müteahhidin deprem sonrasında kaydedilmiş, neşe dolu konuşmalarıydı.  Deprem büyük bir rant yaratırken, bir yandan da Berlusconi sadaka dağıtan iyi baba rolü oynamayı başarıyor. Keşke İtalya’nın bu deneyiminden yararlanabilsek ve ülkemizde yaşanan ve yaşanacak olan felaketlerden sonra, üşüşecek akbabalara şimdiden engel olmanın yollarını hazırlasak.

Ortadoğu’da yaşanan savaşa dair iki son derece yetersiz filmden biri bu hafta vizyona giren ve bir zamanlar festivalde tanımış olduğumuz Christopher Boe’nin ‘Her Şey Güzel Olacak’ı. Bir yazarın eline Danimarka askerlerinin Irak’ta yaptığı işkenceleri gösteren fotoğraflar geçer. Bunları yayınlatmaya kalkar ama... Ama yönetmen Irak savaşına dair açık ve net politik bir tavır almak yerine ‘sofistike’ ve ‘derin’ görünme çabasına girer ve sonunda hiçbir şey söylemez hale gelir. Benzer bir bulanık tavır Polonyalı yönetmen Jerzy Skolimowski’nin ‘Ölümüne Kaçış’ında görülebilir. Ankara Film Festivali’nde seyrettiğim bu film İstanbul’da da festivalde izlenebiliyor. ‘Ölümüne Kaçış’ da minimalist bir film. Neredeyse hiç konuşma içermiyor ve çok az şey anlatıyor. Hatta bir şey anlatıyor mu, tartışılır. Afgan bir mücahit yakalanır, Avrupa’da bir ülkeye getirilir, kaçar, kovalanır, bir av hayvanı gibi kaçar da kaçar… Başka? Afganistan’da nasıl beyninin yıkandığını, nasıl aval aval hacıları-hocaları dinlediğini görürüz. Kovboy filmlerinin iyi kalpli, yalnız ve hemşirelik becerileri mükemmel kadınlarından biriyle günümüz Avrupa’sında karşılaşmasını görürüz.  Ve işte hepsi bu! Ortadoğu’daki emperyalist savaşlar üzerine bir şey diyecekseniz açık açık söyleyin Allah aşkına! Bu hafta vizyona giren ‘Yaşam Şifresi’ ise tavrını açıkça belli ediyor; Amerikalı bir gaziyi, teröre karşı savaşan bir kahraman olarak sunarak net ve işgal destekçisi bir tavır alıyor. Avatar’dan ilham alan ve kuvantum fiziğini bilim dışılığa alet eden bu filmin akılda kalıcı özelliği yok.

Merak ettiğim yönetmenlerden Kelly Reichardt’ın son filmi ‘Kestirme Yol’ da tam tatmin etmeyen filmlerden biri oldu İstanbul festivalinde. Film 1800’lerin ortalarında geçiyor ama açıkça George W. Bush yönetimine göndermeler içeriyor. Amerikalı göçmenlerin Batı’yı nasıl kolonileştirdiği, nasıl Yerlilerin elinden aldığını anlatıyor film. Göçmenlerin lideri, Bush’u hatırlatan bir biçimde acımasız ve cahil biri olarak çiziliyor. Film merakla kendisini izletiyor ama sanki son makarası kaybolmuş gibi aniden ve gizemli bir şekilde bitiyor. Hem seyirciyi aptal yerine koyan filmlere hem de çok zeki sanan filmlere kızıyorum!

Yunan filmi ‘Attenberg’ Brecht’in yabancılaştırma kavramının belki de en iyi hayata geçiren film, bugüne kadar gördüğüm. Her şeyi garipleştiren, konuşmayı, dili, cinsel ilişkiyi, insan bedenini bu denli acayip bir hale getiren başka bir film bulmak zor. Bir de Yunan korosu gibi sahnelerin arasına giren iki kızın acayip yürüyüşü var. Film ne mi anlatıyor? Bir baba kızın ilişkisini temelde. Ama cinsellik ve arkadaşlık da var. Her şey ve hiçbir şey anlatıyor kısacası.

Festivalde gördüğüm en iyi film ise Mike Leigh’in ‘Ömrümüzden Bir Sene’siydi. Sinemada işlevsel bir aile görmek ne mutlulukmuş! Bu filmin vizyona gireceğini müjdeleyeyim ve üzerine yazmayı o güne saklayayım.

Eskilerden de ‘ Bonnie ve Clyde’, ‘Bazıları Sıcak Sever’, ‘Güz Sonatı’, ‘Yaban Çilekleri’ ve ‘Çığlık’ gibi filmleri yeniden seyretmek keyifliydi.  Özellikle Antonioni’nin ‘Çığlık’ının Zeki Demirkubuz’a nasıl öncülük ettiğini, ‘Kader’in bir anlamda atası olduğunu keşfetmek önemliydi.

Herzog’un ‘Unutulmuş Düşler Mağarası’ ise 32.000 yıl öncesinin insanları ve onların sanatıyla tanışmamızı sağladı. Galiba çok bir şey değişmemiş: Erkekler o zaman da kadınlarla ilişkilerinde ‘öküz’ olarak tasvir ediliyormuş, bugün de öyle!