Gittikçe yalnız, bıkkın ve mutsuz insanlara dönüşüyoruz. Mutsuzluktan kurtulmaya çalışırken umursamazlık bataklığına çekilen, özensizlik hastalığının elinde can çekişen insanlar haline geliyoruz.

Ya kuru dal ya renkli çiçek

Hande Çiğdemoğlu

Evde orkide yetiştirmenin bazı incelikleri vardır. Uzun boynunda renkli çiçekler açsın, yeşil yaprakları sağlıklı ve parlak olsun istiyorsanız, ona özen göstermelisiniz. Sözgelimi çiçeğinizin saksısını koyacağınız alan önemlidir. Mümkünse evinizin doğu cephesine bakan aydınlık, ışığın çiçeğe direkt değil, farklı noktalardan yansıyacağı yerler tercih edin. Sulama da çiçeğin bakımında hayati önemdedir. Dinlenmiş oda ısısındaki suyu, haftada iki ayrı güne bölerek kullanmalısınız. Eğer orkidenize uygun bakımı yapar, ona özen gösterirseniz cömertçe çiçeklenen, renkli ve güzel bir dost kazanırsınız.

Canlılar bir tarafa, hayatınızı kolaylaştıran eşyalar için de durum böyledir. Sözgelimi elektronik aletler tozu hiç sevmez, eğer ihmal ederseniz bozulur. Kurutma makinenizin filtresi tıkandıysa çamaşırlarınız nemli çıkar, cep telefonunuza kapasitesinden fazla uygulama yüklerseniz yavaşlar, çaydanlığınızı arada limon tuzu ile kaynatmazsanız kireç tortulu çay içersiniz. Otomobilinizi belirli aralıklarda servise götürüp bakımını yaptırmazsanız, ummadığınız bir anda canınızı ve cebinizi yakacak bir arızayla karşı karşıya kalırsınız. Bu ve buna benzer bakım ve koruma eylemlerini hemen herkes bilir, yapıp yapmamak ise tercihe bağlıdır. Neticede sahip olduğunuz bir şeyden yoksun kalmamak için özenli olmak gerekir.

“Özen” çocukken tanıştığım bir kelime. Her sabah takım elbisesini giyen, tıraşını olup saçlarını limonla tarayarak, tezgâhındaki simitleri bir sanat eseri gibi dizen simitçiyi örnek gösterirdi babam. “Ne iş yaparsan yap, işini önemseyecek, ona özen göstereceksin.” derdi. Kendisi de koca seralarda kimi sobayla ısıtarak, kimi muşambalarla koruyarak yetiştirdiği yüzlerce çiçeğin her birini bir bebek gibi kucaklardı. sözüne inandığını gösterirdi. Giysilerine, kitaplarına, bisikletine, otomobiline iyi bakardı. Aynı zamanda dostlarını ve akrabalarını önemser, onların hatırlarını sayardı. En çok özeni ise ailesine gösterirdi. Ne kadar yorgun olursa olsun çocuklarıyla oynar, onları uyuturken kimi kendi yazdığı masalları anlatır kimi şarkılar söylerdi. Eşine olan sevgisini gizlemez bunu kendince ve olabildiğince açık ederdi. Ona küçük ama gülümseten sürprizler yapar, tartışırken bile ismiyle değil bir sevgi ünlemesiyle hitap ederdi. Hayata gözlerini yumarken de son sözü, ellerini tuttuğu kadına bakarak söylediği “Hayatım” kelimesi oldu. Bugünleri görseydi, insan ilişkilerinin ve ülkenin geldiği duruma çok üzülür, çok kahırlanırdı.

Öyle ya baştan ayağa bir hastalığa yakalanmış gibiyiz. Toplumun en küçük biriminden, en büyüğüne kadar her yere yayılmış, üstelik kanıksanmış bir hastalık. Eğitim, yetkinlik, liyakat yoksunluğunun, umursamazlıkla birleştiğinde ortaya çıkardığı, adına özensizlik denilen o habis ur, içimizde gittikçe büyüyor. Hızla çirkinleştiğimizin, yavaş yavaş öldüğümüzün farkında değiliz.

Birey olmanın birlikte yaşamaktan keskin çizgilerle ayrıştığı ailelere rastlıyoruz sıkça. Kendi özel alanlarına düşkün babalar, anı yakalamanın peşinde savrulan anneler, kendi hayal güçleriyle değil önlerine konulan aktivitelerle oyalanması, satın alınanlarla mutlu olunması istenen çocuklar. Ancak sosyal medyaya renkli bir malzeme olacağına inanılırsa yapılan etkinlikler, parlak kareler, gülen yüzler, etiketler, etkileşimler. Sonrasında ise gerçek ve derin bir yabancılaşma, kaçınılmaz bir yalnızlık. Tüm bu manzaranın oluşumunda yoğun iş yaşamının getirdikleri ile ekonomik ve sosyal alanlarda boğuşulan sıkıntıların payını yadsımamak gerekir. Öyle ki bu koşulların yarattığı etkiler, damla damla hanelere süzülüyor, böylece aynı damın altında yaşanan başka dünyalar görüyoruz.

Üzerine türküler yakılan dostluklar ise alelade arkadaşlıklara dönüşmüş durumda. İş arkadaşlığı, sosyal medya arkadaşlığı, okul arkadaşlığı, veli arkadaşlığı. Özünde asgari, şekilde aşırı iletişimler, ilişkilerde sürdürülebilirliği yok ediyor. Akrabalık ve komşuluk ilişkileri ise nostaljik öğeler olmaya aday. Günlük hayat, olabildiğince yavan ve hızlı akıyor. Çabucak hazırlanan yemekler, alelade sofralar, köpüksüz kahveler, kısacık sohbetler, hızlı okumalar, dokunup geçen düşünceler... Hayatımızdaki hemen her şey hatta aşk bile hıza kurban edilmiş gibi. Her şey çabucak olmalı, bir an evvel bitmeli, yenisine yer açılmalı. Oysa özenin en sevmediği şeydir hız.

Gittikçe yalnız, bıkkın ve mutsuz insanlara dönüşüyoruz. Mutsuzluktan kurtulmaya çalışırken umursamazlık bataklığına çekilen, özensizlik hastalığının elinde can çekişen insanlar haline geliyoruz. Fırında peynirli poğaça istiyoruz poşetten patateslisi çıkıyor, yeşil kazak sipariş ediyoruz mavisi geliyor, elimizde tarihi geçmiş süt, sayacı yanlış okunmuş fatura. Zamanında gelmeyen otobüse, devlet dairesinde başkasınınkiyle karışmış dosyamıza, yağmur yağınca kopan internete, rüzgâr çıkınca kesilen televizyon sinyaline alıştık. Dizgisi bozuk kitap, imlası bozuk metin, içi boş makale okuyoruz. Mesnetsiz haber, kavga kıyamet tartışma, çirkin eğlence, bayağı mizah programı izliyoruz. Yanlış konulmuş hastalık teşhisiyle iyileşemiyor, muadil diye verilen farklı ilaçtan medet umuyoruz. Yollar çöküyor, barajlar taşıyor, araçlar bozuluyor. Eğitim, sağlık, hukuk, güvenlik. Altında yaşadığın çadırı geren bu tunç çubuklar, liyakatsiz ve özensizlikle birleşip çöp olmuş, kuma dikilmiş. Yaşadığımız ülkede güvende değiliz, değerli değiliz. Üzerimize düşen bu karanlık ışın, üzerimizde kırılıp etrafımıza yansıyor. Böylece biz de işimizi, ailemizi, dostlarımızı, zevklerimizi, meraklarımızı, isteklerimizi değersizleştiriyoruz. Öyle ya emek verilmeyen, özen gösterilmeyen neye değerli denilebilir? Her gün önümüze konulan o çirkin yemeği yemeye, hiçbir şeye tutkuyla bağlanmadan üstün körü yaşamaya alıştık. İklim değişiyor, kaynaklar azalıyor, nesiller tükeniyor, gezegen hoyrat insanın özensizliği altında yaşlanıyor. Doğa olayları afete dönüşürken bile kısacık bir üzüntü yaşıyoruz. Çabucak geçiyor.

Maruz kalınana alışmak kadar bunu tercih sanmak da kötü. Alışır, kabul eder ve umursamazsak büyüdüğünü fark etmediğimiz bu kartopu, çığa dönüşecek. İşte o zaman nefes alamayacak hale geleceğiz ya da aldığımız bir parça kirli havayı nefes sanacağız. Gittikçe yalnızlaşacak, gittikçe yavanlaşacağız. Aileler, sevgiler, aşklar, dostluklar yavanlaşacak. Bayramlar, düğünler, cenazeler, eğlenceler, eylemler iğretileşecek. Sofralar, yemekler, şarkılar, şiirler sessizleşecek. Özen kelimesini hayatımıza tekrar sokmazsak, rengârenk çiçekler açacak o nadide bitki yerine saksıda uzanan kuru dalı orkide sanacağız.