Finansal neoliberalizm çağında devlet eril bir aygıttan öte. “Militarize eril aile reisi” kimliği ile şedit bir performans sergiler ve küresel ölçekte kadın emeğini sömürür. Finansallaşma yağmacı devletin çıkarlarına hizmet eder ve erkekler ile kadınların refahını farklı etkiler.

Yağmacı finansal devletin cinsiyeti
Fotoğraf: Depo Photos

Damla TOPBAŞ* 

Adem Yavuz ELVEREN**

Feminist politik ekonomi, ataerkil hane reisi ile eril devlet arasında paralellik kurar; her ikisi de kendilerine bağımlı kılınanlar üzerinde, onların çıkarları doğrultusunda hareket ettikleri kisvesi altında iktidarlarını icra ederler. Bu iktidarın icrası kökensel olarak şiddet içerir; ancak bu şiddet, sıklıkla meşruiyeti kendinden menkul yapının muhafaza ve sevgi idealleriyle maskelenir (Young 2003: 6; True 2015: 419).

Biz bu analojiyi geliştirerek, finansal neoliberalizm çağında devletin eril bir aygıttan öte, “militarize eril aile reisi” kimliği ile şedit bir performans sergilediğini ve daha da önemlisi, küresel ölçekte kadın emeğini sömürdüğünü iddia ediyoruz. Bu kısa yazıda James K. Galbraith’in yağmacı devlet kavramından hareketle, çağdaş kapitalist devletin toplumsal cinsiyetçi yapısını tartışıyoruz.

James K. Galbraith 2008 yılında yayınlanan bir kitabında Thorstein Veblen’in kurumsal evrim teorisinden yararlanarak Amerika Birleşik Devletleri’nde iş dünyasındaki “yırtıcı” davranışların yeniden canlanmasını yağmacı devlet (the predator state) kavramıyla incelemiştir (Galbraith 2008). Galbraith, finansal neoliberalizm çağında kapitalistlerin “devlet aygıtının tam kontrolünü” hedeflediğini ileri sürmüştür (Galbraith 2008: 131). Bu hedef, devletin madencilik, petrol, medya, ilaç ve kurumsal tarım gibi kısmen düzenlenen sanayi alanlarının temsilcilerinden oluşan bir koalisyona dönüşmesine neden oldu.

FİNANSAL NEOLİBERALİZM ÇAĞI

“Temsilciler grubu” düzenlemeci yapıyı tamamen hakimiyetleri altına almakta oldukça kararlıydı. Bu kapitalistler devleti dar ideolojik bakış açısı ile “büyük devlet-küçük devlet” şeklinde değerlendirmek yerine devleti büyük kâr fırsatları için bir araç olarak gördüler (age. 131). Yırtıcı/yağmacı devlet ise kamusal kaynakları özel sektöre daha çok kâr yapması için alan açmak adına kullanmaktadır. Bu senaryoda av, kamu kaynakları ve dolayısıyla bu kaynakların tükenmesinden zarar gören halktır ve bu da şirketler için bir kâr fırsatı haline gelmektedir. Yaygın anlayışın aksine, neoliberal ekonomik paradigma zorunlu olarak daha küçük bir devleti teşvik etmemekte, daha ziyade özel sektörün daha fazla alanda kâr elde etmek için genişlemesini kolaylaştırmada devlete daha büyük bir rol atfetmektedir (Galbraith 2008; True 2015). Neoliberal anlayışın devlete biçtiği bu rol doğrultusunda, kamu malları ile kamu harcamaları azalmakta, refah devleti etkinliğini iyice yitirmekte ve buna paralel olarak sosyal dayanışma da zayıflamaktadır.

Özel sektöre alan açma çabası, savunma ve polis hizmetlerine kadar uzanabilmektedir. İronik bir şekilde, devletin giderek bu geleneksel rollerini yerine getirmekte zorlanması, kamu sektörünün “zayıf”, aşırı derecede “feminen” veya “soft/yumuşak” olduğu algısını beslemekte ve bu durum da özel sektörün zayıflayan devletin artık vatandaşları için karşılayamadığı görevleri ve hizmetleri sağlamak için devreye girmesine yol açmaktadır (Peterson ve Runyan 1999: 104; Via 2010: 46-47). Örneğin, ABD’de onyıllardır periyodik olarak gündeme gelen sosyal güvenlik sisteminin batacağı iddiaları -ki özellikle ABD ekonomisi için tamamen temelsiz bir iddiadır - sisteme olan güveni azaltmakta ve bu alanda özel sektörün payını artırmasına yol açmaktadır.

MİLİTARİZM VE FİNANSAL NEOLİBERALİZM

Militarizmin, özellikle finansal neoliberalizm ile uyumlu olduğunda, yağmacı devlet için son derece kullanışlı bir araç olduğunu iddia edebiliriz (Harvey 2005; True 2015; Marshall 2020; Akçagün-Narin ve Elveren 2023). Neoliberal retorik kendisini genellikle korku ve tehlike anlatısıyla muhkem kılar ve böylece, militarize devletin önemini vurgular (Harvey 2005). Hem ulusal hem uluslararası düzeyde devam eden terörizm tehdidi ulusal güvenlik tartışmalarına büyük ölçüde yön vererek hem sosyal bağlamda hem pratikte devletlerin daha fazla militarize olmalarına yol açtı.

Ulusal güvenlik tartışmalarında yaratılan bu bilinçli yanılsama, bir yandan artan militarizasyona sosyal destek kazanma çabalarını kolaylaştırırken, diğer yandan geleneksel olarak ordunun sağladığı “ulusal güvenlik” hizmetinin özel askeri şirketlerce sunulmaya başlamasına da olanak tanıdı. Bu paradigma, daha yüksek savunma harcamaları teşvik ederken refah harcamalarının, çevre ve altyapı yatırımlarının azalmasına yol açar; ve bu da toplumun geniş bir kesimini sosyal, ekonomik ve çevresel zorluklara karşı daha savunmasız hale getirir.

Başka bir deyişle, yağmacı devlet, toplumsal refahın azalması pahasına, üretken olmayan ama son derece kârlı silah üretimine daha fazla kaynak aktarmaktadır. Bu durum, “yapısal şiddet” olarak adlandırılır (Runyan ve Peterson 2014). Yani, “geniş halk kesimlerini işsizlik, eksik istihdam, yoksulluk, hastalık, yetersiz beslenme, suç, aile içi ve cinsel şiddete maruz bırakan siyasi, ekonomik ve sosyal önceliklerin ve eşitsizliklerin yapısal şiddeti” cinsiyetçi bir boyuta sahiptir (Runyan ve Peterson 2014: 13).

Finansallaşma yağmacı devletin çıkarlarına hizmet eder ve erkeklerin ve kadınların refahını farklı etkiler. Kapitalistler 1970’lerde kârların düşüşüne yanıt olarak ekonomik güçlerini artırmanın yollarını aramaya başladılar (Harvey 2005). Bu bağlamda, 1980’lerin başından itibaren etkili olmaya başlayan neoliberal ekonomik politikalar ve buna bağlı olarak finansal sektörün hızlı genişlemesiyle birlikte, sermaye üretim yoluyla değil, finansal varlıklarla -yani doğrudan para üzerinden para kazanarak- yüksek kâr oranlarına ulaşmaya başladı. Finansal sistemdeki düzenlemelerin gevşetilmesi ve yeni finansal araçların ortaya çıkması bu kesime finansal varlıkların ticareti yoluyla muazzam kârlar elde etme fırsatı sundu.

Bu dönemde finansal sektör aynı zamanda artan bir hızla silah üretiminin finansmanına yönelmeye başlamış ve silah şirketlerinin hisselerini alarak askeri sektörle entegre olmuştur. Dolayısıyla, ekonomik paradigmadaki bu değişim bir yandan finans sektörüne büyük imkanlar sunarken diğer yandan silah üreticilerine alternatif bir finansman kaynağı yaratmış ve bu şirketlerin daha da büyümesi için muazzam bir fırsat sunmuştur. Finansal sektörle silah üreticileri arasındaki bu simbiyotik ilişki 21. yüzyılda daha da güçlenmiştir. Askeri sektördeki yüksek kâr marjları bu sektörü oldukça cazip bir yatırım seçeneği haline getirmiştir (Marshall 2020; Akçagün-Narin ve Elveren 2023).

Büyük finansal şirketler ya doğrudan satın alma yoluyla ya da şirket hisselerini satın alarak askeri sektör üzerindeki etkilerini artırmışlardır. Yatırımcılar militarize yağmacı devletin açtığı alanlardan yararlanarak askeri sektördeki neredeyse tamamen risksiz yüksek getirilerle sermaye birikimine devam etmektedirler. Oysaki bu alanlara aktarılan fonlar sivil altyapı veya sosyal refah programlarında kullanılabilirdi. Runyan ve Peterson’a göre (2014), finansal sektörün gelişmesi, hem odağın hem kaynakların uzun dönemli endüstriyel ve altyapı harcamalarından ve beşeri ve sosyal sermaye yatırımlarından uzaklaşmasına neden olmaktadır. Kaynakların bu alanlardan kısa vadeli yüksek getirili üretken olmayan alanlara kayması toplumsal eşitsizliklerin ve toplumsal üretim ve sürdürülebilirlik krizlerinin daha da derinleşmesine neden olur. Bu tür yatırımların eksikliğinin, sosyal harcamalara daha bağımlı oldukları için kadınlara (ve çocuklara) orantısız bir şekilde zarar vereceği açıktır.

Finansallaşma ayrıca kadınların ekonomik krizler yoluyla kırılganlığını da arttırmaktadır. Finansallaşma bir yandan şirketler için daha fazla finansman olanağı yaratarak sermaye birikimini kolaylaştırırken, diğer yandan finansal krizleri tetikleyerek sermaye birikim sürecinde kırılmalara neden olur. Finansal krizlerin etkisi kuşkusuz sosyal sınıflara ve toplumsal cinsiyete göre farklılaşmaktadır. Feminist yazında finansal krizlerin erkeklerin ve kadınların refahını nasıl etkilediğini inceleyen çok sayıda çalışma bulunmaktadır. Bu literatürün bir bölümü ekonomik darboğaz dönemlerinde kamu ve özel sektörün yetersiz kaldığı durumlarda kadınların aile refahını korumak için ücretsiz emeklerini nasıl kullanıldıklarını incelemektedirler (Bennholdt-Thomsen 1981; Elson ve Pearson 1981; Mackintosh 1981; Mies vd., 1982; Picchio 1992; Elson 1998; Hoskyns ve Rai 2007; Bakker 2007; Bedford ve Rai, 2010; Rai 2013; Antonopoulos 2014).

KRİZ, İŞSİZLİK, BİTMEYEN EŞİTSİZLİK

Ekonomik krizlerde, işsizlik artarken reel ücretler, sosyal hizmetler ve sosyal transfer harcamaları azalır. Dolayısıyla, kadınlar aile bütçesindeki sarsılmayı telafi etmek için daha fazla sorumluluk yüklenirler. Kadınlar, ücretli ve ücretsiz emeklerini hem çalışma süresi olarak hem yoğunluk anlamında artırırlar. Sassen, bu durumu “hayatta kalmanın kadınlaşması” olarak adlandırır (2000). Kadınlar hayatta kalma stratejisi olarak, toplumsal yeniden üretimin devamı için yoğun bir şekilde enformel çalışma biçimlerine yönelirler. İnsan eliyle yaratılan finansal/ekonomik krizler, güvenceli işlerin ve kazanç kapasitesinin kaybına yol açarak kadınların güvencesiz istihdam biçimlerinde yoğunlaşmasına neden olmaktadır. Kadınlar hem bu işlerde daha çok çalışırlar hem ev içinde daha uzun saatler ve daha yoğun bir şekilde çalışmak zorunda kalırlar.

Böylece, Hochschild’ın (1989) kadınların ev içi ücretsiz emek zamanlarını tasvir etmek için öne sürdüğü ‘ikinci vardiya’ (second shift), ‘hiç bitmeyen vardiya’ya (never-ending shift) (Boncori 2020) dönüşür. Kadınlar, daha önce kamu tarafından sunulan bazı sosyal hizmetlere artık ulaşamamakta ve/veya daha önce piyasadan satın alabildikleri hizmetleri artık maddi olarak karşılayamamaktadırlar. Bu durum, kadınların yanı sıra özellikle kız çocuklarının da kırılganlığını artırır. Kriz dönemlerinde kız çocukları hane içi işlere destek olmak için okulu bırakmak zorunda kalırlar ya da eğitimlerine düzenli olarak devam edemezler. Ayrıca, genel olarak kadınların sağlık koşulları kötüleşir ve çocuk işçiliğinde artış gözlemlenir. Dahası, çok sayıda çalışma, kriz dönemlerinde hem yapısal şiddetin hem kadınlara karşı doğrudan şiddetin arttığını göstermektedir (Aslanbeigui ve Summerfield 2001; Harcourt 2014; Runyan ve Peterson 2014; Sutton 2010; True 2012; True ve Tanyag 2019: 18).

Yağmacı devletin militarize eril yapısı ile askeri üretim arasında doğrudan bir ilişki vardır. Finansal sektör ile askeri sektör arasındaki bu simbiyotik ilişkide, özel sektör hem doğrudan silah üretimi ile hem hisse satın alma yoluyla askeri sektörle organik bir bağ kurmaktadır. Bu anlamda, yağmacı devletin evi Askeri-Sanayi Kompleks, avlandığı alan ise tüm dünyadır denebilir. Bu bağlamda belki de yağmacı devletin asıl habitatının küresel Askeri-Sanayi Kompleks olduğunu söylemek daha doğru olacaktır. Bunun nedeni, askeri üretimin küresel boyutunun askeri harcamalara sürekli bir talep yaratılmasını daha da kolaylaştırmasıdır. Militarize eril yağmacı devlet, gerçek terörizm ve düşman tehdidini pragmatik biçimde kullanarak ya da tehdit algısı yaratarak vatandaşların korunması adına askeri güç kullanımını ve bunun için gerekli olan askeri harcamaları meşrulaştırmaya çalışır. Ancak, bu “koruma” görevinin maliyeti genellikle sosyal refah yatırımlarının ihmal edilmesidir. Bu güvenlik krizi yanılsamasını sürdürmenin asıl yükünü ise toplumun en savunmasız üyeleri omuzlamak zorunda kalır. En büyük bedeli ise şüphesiz en savunmasız grup olan kadınlar ve çocuklar öder. Sosyal kamu harcamaları azaldıkça, kadınlar giderek daha çok ve daha yoğun bir şekilde çalışarak refah kaybını telafi etmeye çalışırlar.

Sonuç olarak, yağmacı devletin de bir “cinsiyeti” vardır; bu devlet, “militarize eril” bir kimliğe sahiptir, evi ve bir anlamda tüm yaşam alanı (küresel) Askeri-Sanayi Kompleks’tir ve kadınların ücretsiz emeğine dayanarak varlığını devam ettirir.

*Arş. Görevlisi

**Prof. Dr. Öğr. Üyesi