Yalanların sadece toplumsal, tarihsel boyutunu değil, insan ilişkilerindeki, aşktaki, dostluklardaki boyutunu da sergileyen Mete Demirtürk, insanın zamanların akışı içinde masum özünü yitirdiğini belirterek, ilişkilerdeki ikiyüzlülüğü, samimiyetsizliği yüze vuruyor.

Yalanlar çağında insan ve toplum

HÜLYA SOYŞEKERCİ

Geçenlerde, izlediğim filmdeki bir cümle takıldı aklıma: “Yalan söyleyen tek canlı insandır.” Gerçekten, yalanın, kötülüğün kaynağı insan değil mi? Doğadaki başka canlılarda ne planlanmış bir kötülüğe ne de yalana rastlanıyor. Yalanın, insanın çıkarları, kurnazlığı ve küçük hesapları sonucunda ortaya çıktığı düşünüldüğünde, insanı o saf özünden uzaklaştıran, kötülüğe ve şiddete yönelten başlıca etmenin yalan olduğu sonucuna varıyoruz. 

Yüzyıllar boyunca yalanlara dair ne çok söz söylenmiş ne çok kitap yazılmıştır; ama insan, çıkarları uğruna gerçeği çarpıtmayı, değiştirmeyi, yok saymayı; bazen de olmayanı olmuş gibi göstermeyi hüner kabul etmiş, yalandan kaleler inşa etmekten vazgeçmemiştir. Yusuf Atılgan’ın Anayurt Oteli’ndeki sözü denli düşündürür insanı: “Ne çok yalan söyleniyordu yeryüzünde; sözle, yazıyla, resimle ya da susarak.” Özellikle içinde yaşadığımız “hakikat ötesi” (post truth) çağda, medya, internet, sosyal medya gibi teknolojiler aracılığıyla sürekli ileti bombardımanına maruz kalıyor; hakikati nerede bulacağımızı şaşırıyoruz. İnsanlık olarak hakikatin yitimini derinden yaşamaktayız. 

Sıra dışı bir kitap

Tam bu noktada, yalanlar ve gerçekler üzerine yazılmış sıra dışı bir kitabı okumaya ne dersiniz? Mete Demirtürk’ün kaleminden özgün bir deneme kitabı bu. Şiirsel formda yazılmış denemelerden oluşan, düşündüren, felsefi ve tarihsel bir derinlik taşıyan, farklı bir kitap. Adı ironik: “Yalanın Masumiyeti Üzerine Başarısız Bir Deneme.” Deneysel edebiyatın iyi bir örneği olan bu kitapta, yazar, deneme türünü şiir dizeleri ile buluşturarak, farklı bir çalışma deneyimliyor. Bazen imgelere, bazen kavramlara yaslanan metinlerin, bazen de anlatımcı tarzda kaleme alındığı dikkat çekiyor. Yazar, Batı şiirinden, mitolojiden, felsefeden, dinlerden, insanlığın temel meselelerinden yola çıkarak önemli sorular soruyor ve onlara yanıtlar arıyor. Özellikle insan doğasını araştırıyor; insanın kötülükle, şeytanla kardeşliğini, yalanlarını, çıkarcılığını, ikiyüzlülüğünü ve bütün bunların nedenlerini, metinlerine tarihsel, sosyal, mitolojik, dini, felsefi ve edebi pencereler açarak dile getiriyor; yorumlamalar ve çıkarsamalarda bulunuyor, yanıtların bir kısmını da bize bırakıyor. 

Mete Demirtürk, yalanın gerçekmiş gibi bin bir kılığa giren, sürekli değişen yüzünü, yalanlarla dönen dünyanın hallerini, yüzyıllar boyunca toplumlara hükmeden tiranların yalanla ilişkisini, yalanların toplumsal erki elinde bulunduran egemenlerin masum görünen silahlarından biri olduğu gerçeğini irdeleyici bir akılla ele alıyor. Erk, din, sistem, toplum, egemenlik, halk, demokrasi gibi kavramlara da odaklanan Mete Demirtürk, kavramların tarih içindeki değişimini, içinin nasıl boşaltıldığını, her şeyin sadece erkin sürdürülmesi üzerine kurgulandığını yalansız bir dille ifade ediyor. Ayrıca edebiyattan örnekler vererek birçok büyük yazar ve şaire selam gönderiyor. 

Yalanlar sadece toplumsal değil

Çağın eleştirisini Demirtürk’ün dizelerinden okuyabiliriz: “Artık global oldular/Tiranlar canım, çocukları, torunları, torunlarının torunları/Karanlığın ökçeleri/Tek gerçekliktiler. Şimdi gene tek kimlik, tek güç!/ Büyük büyük şirketlerin, çok uluslu denen tekellerin/yüreğinde, beyninde, ruhunda! Sıradanmış gibi bir kimlikle /sessiz ve düşünceli adımlarla/dolaşırlar demokrasi denen gölge oyununda!”

Yalanların sadece toplumsal, tarihsel boyutunu değil, insan ilişkilerindeki, aşktaki, dostluklardaki boyutunu da sergileyen yazar, insanın zamanların akışı içinde masum özünü yitirdiğini belirterek, ilişkilerdeki ikiyüzlülüğü, samimiyetsizliği yüze vuruyor; maskeleri çekip alıyor ve bizi kendi gerçeğimizle yüzleştiriyor. Kendimize söylediğimiz yalanları, böylece kendimizi avutmamızı da dile getirerek “beyaz yalanlar cenneti”nin sahteliğini gösteriyor.  İnsanın bazen deliliğe sığınarak, “yalan gerçeklerin”, “gibi gerçeklerin”, “mış gibi gerçeklerin” acıtıcılığından, sahteliğinden kaçtığını belirtiyor. Ayrıca ataerkil düzende kadının ezilmişliğini vurgulayarak bu toplumsal eşitsizliğe de işaret ediyor.

İyilik kötülük meselesinin, yalanlarla ve her türden erkle ilintisini gösteren Mete Demirtürk, tarih boyunca savaşlarda dökülen kanların, tiranlar tarafından kutsallık yalanına büründürülerek meşrulaştırıldığını, şiddetin ve kıyıcılığın yalanlar yoluyla kutsandığını ifade ediyor. 

Denemenin temel niteliği olan sorgulamanın ve eleştirelliğin bu kitaba da damgasını vurduğunu belirtelim. Okuyanı düşündürme, araştırmaya yöneltme, sarsma, uyandırma gibi özelliği de var kitaptaki metinlerin.  

İroni ve kara mizah

Yazar, farklı söyleyiş biçimleriyle oluşturmuş denemelerini. Sıklıkla tragedya söylemi karşımıza çıkıyor; yazarın sesinin tragedyalardaki koro gibi gerçeğin ve vicdanın sesi oluşuna tanık oluyoruz.  

Bazen ironi ve kara mizah dolu söylemler, bazen hitabet söylemi yer alıyor. Tanrıya, okura, tarihe, tiranlara, kötülere, egemenlere de sesleniyor; soruyor, sorguluyor yazar. İki yüzlü erdeme, Tanrıyla pazarlığa oturan dindarlığa eleştiri oklarını yöneltiyor. “Yeni insan”ın, egosunu yenen, bencilliğini çıkarcılığını aşan, kendi içinde devrim yapan kişi olacağını; “yeni toplum”un da ancak bu insanlarla kurulabileceğini tahayyül ediyor. 

Kant, aydınlanmanın, kişinin kendi aklını kullanmaya cesaret etmesi olduğunu söyler. Aydınlığın yitimine ve yalanların zifiri karanlığına karşı insanın elindeki en önemli güç, aklıdır. Akla eşlik eden vicdan, bilgi, iyilik, masumiyet, koşulsuz sevgi ve erdem, yeryüzünü cennete çevirmeye yetebilecektir. Mete Demirtürk, insanın evrendeki yolculuğunda bu temel değerlere önem atfediyor.

Kitabın son sayfalarına doğru ruhunuzun arındığını, umudunuzun çoğaldığını, derinden duyumsuyor; daha güzel bir dünyanın insanın elinde ve yüreğinde olduğunu görebiliyorsunuz.  

Yalansız, sömürüsüz, savaşsız bir dünya özlemiyle…