Yaratıcılık ve delilik I: Klişe bir merak
Yaratıcılık ve ruhsal bozukluklar arasındaki ilişkinin araştırılması, 18. yüzyıla kadar uzansa da bunlardaki metodolojik ve kuramsal sıkıntılar olduğu söylenir. Gerçek anlamda bilimsel çalışmalar 21. yüzyılın ilk yarısını buluyor.
NESLİ ZAĞLI
Bundan yıllarca önce, şu an için altı yılı aşkındır sürdürdüğümüz “PsikoEdebiyat Geceleri”nin ilk yıllarında “Yaratıcılık ve Delilik” temalı bir oturum düzenlemiştik. Onlarca farklı konu,kitap,yazar ve şairi konuştuğumuz hiç bir oturumda böyle bir ilgi görmedim. Bu doğrultuda şunu düşünmüştüm: söz konusu sanat da olsa, biz işin magazinel yanını daha çok seviyoruz. Çünkü yaratıcılık-delilik mevzusu tam da öyle bir alan. Van Gogh, Martin Luther King, John Nash, Robin Williams, Isaac Newton, Nietzche, Beethoven,Tolstoy, Virginia Woolf, Slyvia Plath derken aslında bu ünlü insanların dehaları kadar, delilikleriyle de anmıyor muyuz? Arkalarında bıraktıkları eserler, mektuplar, notlar, biyografileri...Onlar yüzyıllara damga vuran dahiler ve biz seneler sonra arkalarından bakıp delillik zamanlarının, akıl hastanesi maceralarının, kopan kulaklarının, kanayan tırnaklarının izini sürüyoruz.
Bu merakta yalnızca magazin hevesi yok elbette. Biz aslında farkında olduğumuz veya olmadığımız bir psikolojik merakla yaşıyoruz ve tanınmış figürlerin hayatlarında ve dışavurumlarında bir ikizlik hali algılıyoruz. Aslında bir sanatçının elinden, zihninden, bedeninden çıkan her eser bize “insan olma halinin” bir temsilini sunuyor. Muhtemelen de biz bu sanat açlığı ve eşdeğerlik beklentisiyle insanlaşıyoruz. Bunu elbette sanatsever kitle ve bireyler için söylüyorum. Çünkü statüko için deha,yaratıcılık ve sanat tehdittir. Diderot şöyle diyor: Deha ve delilik birbirine ne kadar yakın. İnsanoğlu ikisini de hapsediyor ve zincirliyor ya da onlara heykeller dikiyor.” Gerçekten de çağlar boyunca yaratıcılıklarıyla hayranlık uyandıran sanatçıların ve aynı zamanda bilim adamlarının da onları bizden farklı kılan zihinlerinden hem korkuldu, hem de onlara dehşetli bir merakla bakıldı.
Yaratıcılık ve ruhsal bozukluklar arasındaki ilişkiye dair “arkaik” merak acaba hani soruyla başladı? Yaratıcı insanları gözlemleyip, hal ve tavırlarını inceleyip tuhaflıklarını,normatif olandan sapmalarını, sıradışılıklarını fark ettiler ve dahiyane eserleri bu anomali ile mi açıklamak istediler? Yoksa sıradışı üretkenlikleri olan kişilerin dipsiz melankolilerini, ateş topu manik hallerini, intiharlarını merak ederken şans eseri bir benzerlik tablosuna mı ulaştılar? Gerçekten de yaratıcılık ve ruhsal bozukluklar arasındaki ilişki insanlık tarihi kadar olmasa da, düşünce tarihi kadar eski. Örneğin sanatın ilkel insanın mağara duvarlarına yaptıkları resimlerle başladığı varsayacak olsak, o resimlerin dahiyane olanlarının ruhsal öğeleriyle birlikte yorumlanmaya başlamasını kastediyorum. Sanat ve psikoloji arasındaki ilişkinin çalışılabilmesi, ortadaki yapıtı yorumlayan öznenin metakognitif kapasitesine bağlıdır. Aslında tüm bunlarla şunu ifade etmek istiyorum: Bizlerin insanlar olarak yaratıcılık ve ruhsallık arasında akıl yürüttüğümüz her ilişki ve ona dair soruların yanıtlarını arama amacı ancak üst düzey bilişsel işlevlerle mümkündür.
Dolayısıyla sorulması için bile belli bir gelişmişlik gerektiren bir soru ile karşı karşıyayız. Peki neden o kapasiteden çok da nasibini almamış kitleler bile dahilerin deliliklerine karşı büyük bir merak duyuyor? Bu büyük oranda, konunun klişeleşmesinden, içinde süprizler içeren cazip bir kutu gibi düşünülegelmesinden, magazinel sanatın kendisinden daha kolay tüketilir olmasından, “deliliğin” ve “dahiliğin” nadir ama arzuları kışkırtan kavramlar olmasından kaynaklanıyor olabilir. Filmlerde, şiirlerde, romanlarda ve tüm sanat yapıtlarında karşılaştığımız o “dahi delilik” hali bizi zihinsel ve duygusal olarak o kadar uyarıyor ki…Örneğin seneler önce izlediğim David Helfgott’un yaşam öyküsünün anlatıldığı Shine filminin bana bulaştırdığı entelektüel uyarım halimi bugün bile hatırlıyorum . Bu noktada beni bir izleyici olarak uyaran şey elbette sanatın kendisidir ama ilave olarak o dahiyane yaratımın kenarında gezindiği katıksız delilik halidir. Proust Bir Sinirbilimciydi adlı kitapta anlatılan besteci Igor Stravinsky, yaratıcılığını aksak ve kesik ritmlerle oluşturduğu sıradışı ve dahiyane eserlerle ortaya koyarken, sanatseverleri bir delilik halinde uyarır. Aksak olan, beklenmedik olan, nadir olan, beklenenin dışına çıkan uyarıcıdır, içine hapsedicidir, caziptir. Delilik dahiliğe bu yüzden de yakıştırılır. Burada “Sanata gelindiğinde, deliliği saklamamak önemlidir” diyen Atticus’u anmakta yarar var.
Yaratıcılık ve ruhsal bozukluklar arasındaki ilişkinin araştırılması, 18. yüzyıla kadar uzansa da bunlardaki metodolojik ve kuramsal sıkıntılar olduğu söylenir. Gerçek anlamda bilimsel çalışmalar 21. yüzyılın ilk yarısını buluyor. Burada genellikle sanatçı grupları ile çalışmalar yaparak onlardaki depresyon, şizofreni, bipolar bozukluk, intihar ve akıl hastanelerine yatış oranları değerlendiriliyor. Bu nokta da bana hep ilginç geliyor. Çünkü örneğin asla bir borsacı grubundaki ruhsal bozukluk tablosunu merak etmiyoruz. Ama sonuçlar da beklenildiği gibi, sanatçılarda ruhsal bozukluğa normal örneklemden daha fazla rastlandığı görülüyor. Psikiyatrist Andeasen ailesinde şizofreni hastalığı bulunanların daha yaratıcı ve dahi kişiler olabileceğine dair bir gözlemini test etse de sanatçıların kendilerinde rastlanan şizofreni oranını düşük buluyor. Aslında bu durum konuya dair tartışmalarda önemli bir yer tutuyor. Çünkü yaratıcılığın aynı şizofrenideki gibi gerçeğin gevşediği, serbest çağrışımların uçuştuğu bir zihin hali olduğu fikri çok da tuhaf değil. Ama muhtemelen sanatsal yaratım şizofreni hastalığının getirdiği ağır bilişsel yükleri taşımaya çok da elverişli değil. İstisnalar olsa da…
Aslında yaygın inanç, ruhsal bozukluğu olan sanatçıların üretimlerini sanıldığı gibi ağır hastalık zamanlarının (örneğin; melankolik, manik veya psikotik) etkisindeyken değil; onların içinden geçip gittikten sonraki huzur vadeden vahada (Örn: Bipolar bozukluğun ötimik hali yaptıklarına yönelik. Bir başka deyişle “dalganıp da duruldukları” yerdeki yaratım. Bu akla yakın geliyor çünkü sanatsal üretim ne kadar aykırı ve norm dışı olsa da, kendi içinde bir sistematiği var. Yaratıcılık ve delilik arasındaki ilişkinin bu derece popüler olmasının bir nedeni de işte tam bu noktada ortaya çıkıyor. Sanatçı bu çılgın, akıllara durgunluk veren üretimi yaparken acaba ne düşünüyor ve ne hissediyordu? Teknik olarak ne kadar uygulanıyor bilemiyorum ancak beyin görüntüleme ile yapılan çalışmalarının o kutsal yaratım transındaki sanatçıyı alıp fMRI’a (işlevsel nöroanatomik analizlere olanak veren yöntem) yatırmak için can atacağı kesin.
Kısacası; ortalama zeka seviyesinde, yeterli entelektüel birikimde insanlar olarak hep gezindiğimiz sığ suların ötesini çok merak ediyoruz. Kafamızdaki sorular çeşitlendirilebilse de temelde iki tane: Bu insanlar çok yaratıcı ve üretken oldukları için mi “delleniyorlar”; yoksa deli oldukları için mi pervasızca muhteşem üretimler yapıyorlar? Sanırım bu sorunun cevabını net olarak kimse bilmiyor. Ancak şurası kesin ki bu soruların amacı nadide sanatın sınırdışılığına duyduğumuz hayranlığı, kıskançlığı ve korkuları yatıştırmak. Yaratmaya öykünmek ama delilikten deli gibi korkmak. Kalıbımızın, çerçevemizin, sınırlarımızın dışına çıkıp engin denizlerde yol alsak başımıza neler geleceğini öngörebilmek. Bu yazıda yaratıcılık ve delilik arasındaki ilişkiye duyduğumuz merakı sorgulamaya çalıştım. Önümüzdeki haftalarda BirGün Pazar ekinde yazının ikinci bölümü olan Yaratıcılık ve Delilik II: Ödül mü Izdırap mı? Yazısını okuyabilir ve okuma önerilerimi bulabilirsiniz.