İktidarın paketle çözüm getireceğini açıkladığı, ifade özgürlüğüne yönelik kısıtlamalar, yargı sistemindeki hantallık, iş yükü ve hukuk süjelerinin niteliksizliği gibi sorunların da bu paketle çözülemeyeceğini, yeni yasanın yeni sorunları ve yeni çözümsüzlükleri beraberinde getireceğini söyleyebiliriz.

Yargı reformu paketi: Yeni sorunlar/Yeni çözümsüzlükler

Av. Deniz Demirdöğen

Adalet Bakanlığı tarafından bir süredir üzerinde çalışılan ‘Yargıda Reform Strateji Belgesi’ kamuoyu gündemine Beştepe’de gerçekleştirilen adli yıl açılışında Tayyip Erdoğan tarafından dile getirildi. 2019 adli yıl açılışından aklımızda kalan en önemli sahne; Cumhurbaşkanı tarafından yargı reformu paketinin avukatlara yönelik yeşil pasaport kısmı açıklanırken Türkiye Barolar Birliği (TBB) Başkanı Metin Feyzioğlu’nun ayakta coşkuyla alkışlamasıdır.

Adalet sisteminin gerçek manada bir reforma ihtiyaç duyduğu tüm hukukçular tarafından şüphesiz kabul edilmekte. Uzun tutukluluk süreleri, ifade özgürlüğüne yönelik kısıtlamalar, uzun yargılama süreçleri vs. tamamı çözüm bekleyen konulardır. Ancak, yargıda esas olarak yapılması gereken reform; özellikle son 10 yılda (12 Eylül 2010 referandumu ile birlikte) adalet sisteminin yaşadığı değişim, dönüşüm ve siyasallaşmayı ortadan kaldıracak bir adımın atılmasıdır. Bu açıdan hukukun üstünlüğünden, üstünlerin hukukuna; bağımsız yargıdan, muktedirin yargısına dönüşmüş bir yargı ve adalet sisteminin içerisinde gerçek manada bir reformun gerçekleştirilmesi mümkün gözükmemekte.

Bunun yanında, ‘Yargıda Reform Strateji Belgesi’ üzerinde Adalet Bakanlığı bir buçuk yıldır çalışmasına rağmen hiçbir barodan veya hukuk fakültesinden görüş almadı. Tüm bu eksiklikleri ve aksaklıları ile birlikte ‘Birinci Yargı Reformu Paketi’ gerçekten reform niteliği taşıyor mu?

‘Yargı Reformu Strateji Belgesi’ kapsamında ilk paket 24 Ekim 2019 tarihinde yürürlüğe girdi. Adalet Bakanlığı tarafından hazırlanan bu paket yargı reformu stratejisi noktasında atılan ilk adım. Tutukluluk sürelerinin sınırlandırılması, ifade özgürlüğü ile ilgili suçlara temyiz yolu açılması, yargılamayı hızlandırmaya dair seri ve basit yargılamanın ceza yargılamasına getirilmesi, niteliği arttırma iddiasıyla mesleki yeterlilik sınavı ve 15 yıllık kıdemi dolduran avukatlara yönelik yeşil pasaport uygulaması, 7188 sayılı kanunun yargıda reform iddiasının ilk adımı olsa da, getirilen düzenlemeler bu iddianın yanından dahi geçilemediğini göstermekte.
Birinci Yargı Reformu Paketinin ilk maddesi 15 yıllık kıdemi bulunan avukatlara yeşil pasaport düzenlemesi. Reform iddiasındaki bir kanunun ilk maddesinin avukatlara ilişkin yeşil pasaporta dair olmasının Feyzioğlu’nun adli yıl açılışında Cumhurbaşkanının konuşmasını coşkuyla alkışlaması ile ilgili olduğunu düşünmeden edemiyoruz. 15 yıllık kıdemi bulunan avukatlara yeşil pasaport müjdesi diye sunulan pakette, hakkında soruşturma ve kovuşturma bulunmaması şartı getirilerek bu hak ciddi oranda sınırlandırılmıştır. Aynı madde içerisinde, İçişleri Bakanlığı’na yönetmelik düzenleme yetkisi verilerek, Bakanlığa bu hak üzerinde denetim yetkisi getirilmiştir. Getirilen bu sınırlama, ‘polis devleti’ olduğumuz gerçeğinin ikrarıdır.

TMK md. 7/2’ye getirilen ‘haber verme sınırlarını aşmayan ve eleştiri amacıyla yapılan düşünce açıklamaları’ maddesi ve ifade özgürlüğüne yönelik suçlara ilişkin olarak temyiz yolunun açılması; ifade özgürlüğüne yönelik sınırlandırılmaların kaldırılması olarak ifade edilmekte. Ancak, ifade özgürlüğüne yönelik sınırlandırmaların esas nedeni mevzuatla ilgili olmaktan ziyade, yargı sisteminin uygulama pratiğidir. Yargının bağımsızlığının teminat altında olmadığı, yüksek yargı atamalarının cumhurbaşkanı tarafından yapıldığı, yargının üzerinde ağır bir siyaset vesayetinin olduğu bir durumda yargı reformu paketinin ifade özgürlüğünü güvence altına alacağını düşünmek ham hayaldir. Kaldı ki, TMK md. 7/2 fıkrasının değiştirilmemiş halinde de örgüt propagandası suçunu sınırlandırmış ve haber verme ile eleştiri amacıyla düşünce açıklamalarını zaten koruma altına almıştır. Anayasa’nın 90. maddesi uyarınca normlar hiyerarşisinin en üstüne bulunan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (İHAS) md. 10’da ifade özgürlüğü geniş manada korunmaktadır. İfade özgürlüğüne ilişkin yargılamalarda da İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi’nin (İHAM) yüzlerce kararında ‘şiddete çağrı yapılmayan açıklamaların ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirileceği’ belirtilmiştir. Ancak, Türkiye’deki yargı sisteminin ifade özgürlüğü ile ilgili vermiş olduğu kararlar sonucunda İHAM’ da en çok davası olan ülkelerin başında geliyoruz. Tabi, ifade özgürlüğüne yönelik hak ihlalleri noktasında bu kötü karnenin nedeni yargı sistemimizin niteliksiz olmasından ziyade, siyasal iktidarın yargı sistemi üzerindeki vesayetidir. Özellikle, Cumhurbaşkanı’nın AYM’nin Can Dündar ve Erdem Gül hakkında vermiş olduğu tahliye kararına yönelik olarak ‘Anayasa Mahkemesi’nin vermiş olduğu karara uymuyorum ve saygı da duymuyorum’ açıklamaları, İHAM’ın Selahattin Demirtaş’ın tutuksuz yargılanmasına dair vermiş olduğu karar hakkındaki ise ‘Bizi bağlamaz’ şeklindeki açıklamaları ifade özgürlüğüne yönelik kötü karnemizin esas nedenidir.

Yargı Reformu Paketi’nin en çok düzenleme getirdiği bir diğer nokta da dava yoğunluğunun azaltılması ve yargılama hızının arttırılmasına yöneliktir. Dava yoğunluğunu, yargı sistemi dışında arabuluculukla ve uzlaştırmacılıkla çözmeye çalışırken; yeni yasada seri muhakeme ve basit yargılama usulleri getirilerek yargılama hızlandırılmaya çalışılmaktadır. Alternatif uyuşmazlık çözümü yollarının hukuk sistemimize girmesi ile birlikte birçok uyuşmazlık hukuk denetimi dışına çıkartılarak yargı sistemi özelleştirilmiştir. Yargı sisteminin hızlandırılmasına yönelik getirilen seri ve basit yargılama; adil yargılanma hakkını ve doğrudanlık ilkelerinin ihlalidir. Anglosakson Hukuk Sistemi’ne özgü ‘pazarlık’ yönteminin Kara Avrupası Hukuk Sistemini benimsemiş Türk Yargısı açısından ciddi sorunları beraberinde getireceği söylenebilir. Jürinin etkili olduğu, yargıcın sınırlı hakem pozisyonunda bulunduğu ve sanığa yönelik birçok güvencenin bulunduğu bir sistemdeki uygulamanın; hakim ve savcının yargılamada etkin olduğu Türk Hukuk Sisteminde sonuç vermesi mümkün gözükmüyor. Aynı zamanda, basit yargılama ve seri muhakeme usullerinin yaratacağı uyumsuzluklardan kaynaklı olarak yargı organları yeni iş yükleri ile karşı karşıya kalacaktır.

Yargıda kaliteyi ve niteliği arttırmaya yönelik getirildiği iddia edilen ‘Hukuk Mesleğine Giriş Sınavı’ esas itibariyle günden güne artmakta olan hukuk fakültesi mezunlarını mesleğe geçişte kontenjanla sınırlandırmaktan başka bir işe yaramayacaktır. Hukuk süjelerindeki niteliksizliğin esas nedeni iktidarın, eğitim sistemine yönelik politikalarıdır. Hukuk alanındaki niteliği ve kaliteyi arttırmayı hedefleyen iktidarın öncelikle hukuk fakültelerine hukukçu olmayan kişileri dekan olarak atamaktan vazgeçmesi gerekmekte.*

Türkiye’de bürokrasinin çöktüğü, kurumların işlevsiz hale geldiği ve her şeyin tek kişi tarafından yönetildiği bir dönemden geçiyoruz. Bu dönemde yargı ve adalet sistemimiz hukukun üstünlüğü ilkesinden uzaklaşmış ve üstünlerin hukukuna dönüşmüştür. Bugün, yargıya yönelik atılması gereken en önemli adım yargı bağımsızlığını teminat altına almak, mahkemelerin bağımsız bir şekilde kamu vicdanını temsilen karar verebilmesini sağlamaktır. Bu nedenle; Yargı Reformu Strateji Belgesinin ve bu kapsamda yürürlüğe giren Birinci Yargı Reformu Paketi’nin yargı sistemimizin temel sorunlarına çözüm getirmek gibi bir amacı bulunmamaktadır. Ayrıca iktidarın paketle çözüm getireceğini açıkladığı, ifade özgürlüğüne yönelik kısıtlamalar, yargı sistemindeki hantallık, iş yükü ve hukuk süjelerinin niteliksizliği gibi sorunların da bu paketle çözülemeyeceğini, yeni yasanın yeni sorunları ve yeni çözümsüzlükleri beraberinde getireceğini söyleyebiliriz.

*(HUKUKÇU OLMAYAN HUKUK DEKANLARI ‘Türkiye’de Bazı Hukuk Fakültelerine Hukukçu Olmayan Dekan Atanması Hakkında Eleştiriler’ Makalesi – Prof. Dr. Kemal Gözler)