Yaşam ve başkaları karşısında tökezleyen, sürüklenen ve savrulan kişilerin hikâyelerini anlatan Richard Yates, hayal kurmaktan vazgeçmese de hayal kırıklıklarının gerçekleşmesini engelleyemeyen karakterlerle buluşturuyor bizi Yalnızlığın On Bir Hâli’nde. Bir anlamda kendimizle…

Yaşam ve başkaları karşısında tökezleyenler
Richard Yates

Derya ÇAKIR

Kurt Vonnegut’ın “bir kuşağın sesi ve sözcüsü” dediği Richard Yates; umutsuzlukları, düş kırıklıklarını ve kaybedişleri bazen trajik bazen ironik bazen de mizahi bir dille anlatmıştı. Üstelik bunu, son derece yalın şekilde başarmıştı.

Romanlarında ve öykülerinde, 1930’lardan başlayarak ABD’deki değişimi, yılgınlıkları ve sokaktaki insanın olup bitene verdiği tepkiyi işleyen Yates, yarattığı karakterler aracılığıyla sıradan kişilere dair çözümlemeler gerçekleştirmişti. İnsanın, kendisini ve başkalarını anlayıp anlamadığını sorgularken gerçekleştirilen eylemlerin doğruluğuna şüpheyle yaklaşmayı da bu soruşturmaya katmıştı.

Yaşamın, insanları sürüklediği noktalara odaklanırken anlattığı dönemlerin atmosferine de yer vermişti metinlerinde Yates. Böylece kurmaca içine gerçekleri de katarak özellikle “Amerikan Rüyası”nın yarattığı etkiyi göstermeye çalışmıştı.

Yalnızlığın On Bir Hâli’nde de Yates’in bu çabalarının öyküleştiğine tanık oluyoruz. Hayal kırıklıklarıyla yaşamına devam etmeye çalışan, geleceğin belirsizliklerine karşın yol almayı sürdüren, her şeye rağmen yine de düş kurmaktan vazgeçmeyen kadınlara ve erkeklere dair öykülerle karşımıza çıkıyor yazar.

Yalnızlığın On Bir Hâli
Richard Yates
Çeviren: Yasemin Akbaş
YKY, 2023  

MUTSUZLUKLAR VE ÖFKELER

Yates, öykülerde insanları iki gruba ayırmış: İlki, kendisiyle baş başa kalan mutlak yalnızlar. Diğeri, kalabalık içinde kendisini yalnız hissedip etrafındaki çokluğa rağmen mutsuz olanlar.

Umutlarını erteleyenlerin, hastalananların, kendisini bir gazete bürosuna hapseden ve ünlü olmak isteyenlerin tamamı bu iki gruba dağıtılıyor yazar tarafından. Öykülerde yersiz-yurtsuzluk da var aidiyet problemleri de… Kurduğu hayallerin esiri hâline gelenler de var, hayallerinden hemen vazgeçenler de… Kısacası mutsuzluğu ete kemiğe büründürüyor Yates. Dolayısıyla bazen gizli saklı kalan bazen de açığa çıkan öfkeleri…

Yates, mizahtan azade öyküler kaleme almamış ama metinlerin genel havasıyla uyumlu; buruk bir mizah bu. Öte yandan, yarım kalmış bir mektup, hem okuru hem de mektubun muhatabını dertlere sürüklüyor; diğer bir ifadeyle yazar, gerçeklikten fazla sapmadan ilerliyor, oyunlar yerini yaşama bırakıyor: “Walter Henderson dokuz yaşındayken tıpkı arkadaşlarının bazıları gibi vurularak ölmenin romantizmin zirvesi olduğuna inanırdı. Hırsız polis oyununda en zevkli kısmın vurulmuş gibi yaparak elinden silahı düşürüp yere devrilmek olduğunu keşfettiklerinde, oyunun taraf seçme, kaçma, kovalama gibi can sıkıcı aşamalarını es geçip meseleyi özüne indirgemişlerdi hemen. Olay, neredeyse tek kişilik gösteriye dönüşmüş, hatta bir tür sanat hâline gelmişti. Sırayla her biri bir yokuşun yamacından koşmaya başlar, belirli bir noktaya gelince pusuya düşerdi: Tam o sırada çocukların silah sesini taklit ederken çıkardıkları o gırtlaktan kopma kısa ve kesik ‘Dıkş! Dıkş!’ sesleri eşliğinde, ellerindeki oyuncak tüfekleri zangır zangır titreterek ateş etmeye başlarlardı. Başroldeki çocuk o sırada aniden durur, geriye döner, yüzünde vakur bir acı ifadesiyle birden yere yıkılır, tozu dumana katarak paldır küldür yokuş aşağıya yuvarlanır, darmadağın bir ceset olarak öylece yatar kalırdı. Ayağa kalkıp üstünü başını temizlerken diğerleri de (‘Bayağı iyiydi’, ‘Biraz donuktu’ ya da ‘Doğal olmadı’ gibi yorumlarla) tarzını eleştirir, sonra sıra diğer oyuncuya geçerdi. Her şey bundan ibaretti, ama yine de bayılırdı Walter Henderson bu oyuna. Sakar ve çelimsiz bir oğlandı, başarı gösterebildiği tek şey onun için adeta bir spor sayılabilecek olan bu oyundu. Cansız gövdesiyle yere yığılarak yokuş aşağı yuvarlanma konusunda kimse onunla boy ölçüşemez, bahşedilen ufak yollu övgülerden büyük zevk alırdı. Zamanla, daha büyük oğlanlar onlarla alay edip gülmeye başlayınca diğerleri oyundan soğudu. Walter da ister istemez daha faydalı şeylere yöneldi, bir süre sonra da oyunu unuttu gitti.”

SÜRÜKLENİŞLER VE SAVRULUŞLAR

Yates’in başarısı, yalın anlatımı kadar karakterlerinin başından geçenleri ve ruh hâllerini, özenle seçilmiş sözcüklerle aktarması. Diğer bir ifadeyle onları da okuru da gayya kuyusuna atmadan gerçekliğin toprağına basması. Bununla beraber, sıradan ya da kendi hâlinde rutinlerine bağlı insanların, hiç ummadığı şeylerin başına gelmesiyle hayatlarının değişimini anlatması: “Adı polis kayıtlarına ve gazetelere geçene kadar John Fallon bir hiçti. Büyük bir sigorta şirketinde muhasebeci olarak çalışıyordu. Görev aşkıyla asılmış bir yüzle beyaz gömleğinin kollarını sıvar, bir kolunda bileğini sımsıkı saran altın saati, diğerinde cesur ve tasasız yılların bir anısı olarak sallanan asker künyesiyle dosya dolapları arasında hantalca dolaşırdı. Yirmi dokuz yaşında, iriyarı, dikkatle taranmış kahverengi saçları olan, açık tenli ve ciddi yüzlü bir adamdı. Şaşırdığı bir şey karşısında gözlerini büyüterek açmadığı ya da tehditkâr bir ifadeyle kısmadığı zamanlarda yumuşak bakışları vardı. Dışarı çıkarken parlak mavi renkte, dar omuzlu, alttan düğmeli, kaliteli takım elbiseler giyer, çelik topuklu pabuçlarını tıkırdatarak sert adımlarla yürürdü. Queens’te Sunnyside’da oturuyordu; Rose adında, sinüzit kaynaklı baş ağrıları çeken, çocuk sahibi olamayan ve sakız çiğnemeye bir an bile ara vermeden daktiloda dakikada seksen yedi kelime yazarak kocasından daha çok para kazanan çok zayıf bir kızla on yıldır evliydi.”

Yaşam ve başkaları karşısında tökezleyen, sürüklenen ve savrulan kişilerin hikâyelerini anlatan Yates, hayal kurmaktan vazgeçmese de hayal kırıklıklarının gerçekleşmesini engelleyemeyen karakterlerle buluşturuyor bizi Yalnızlığın On Bir Hâli’nde. Bir anlamda kendimizle…