Peter Stamm iri laflar etmek yerine yaşam parçacıklarının anlatmaya değer bölümlerini biriktiriyor, düzenliyor ve yorumu okura bırakıyor.

Yaşamın anlatmaya değer bölümleri

MEHMET ATİLLA 

Kitapları kırka yakın dile çevrilen, aldığı birçok ödülün yanı sıra 2013’te Uluslararası Booker Ödülü kısa listesine kalmayı başaran, 2014’te Friedrich Hölderlin Ödülü’ne, 2018’de de İsviçre Edebiyat Ödülü’ne değer bulunan İsviçreli yazar Peter Stamm, Duyguların Arşivi adlı romanıyla bir kez daha ülkemiz okuruyla buluştu. Delidolu Yayınları tarafından Ufuk Tonka çevirisiyle yayımlanan roman, geniş açıdan bakıldığında tam bir Peter Stamm romanı. Gündelik yaşamın belirlediği sınırları pek de zorlamadan modern bireyin psikososyal gelgitlerini kurcalamayı seven yazar, bu kez geçmişle geleceği birbirine bağlayan duygusal bir köprü oluşturmayı deniyor. Romanın özgün adı da Duyguların Arşivi. Bu başlığın kimi okurlarda ilk anda kuru ve soğuk bir etki yaratma olasılığı var belki, ancak metnin içine girildiğinde içerikle son derece uyumlu olduğu gerçeğini de teslim etmek gerek. 

Romandaki isimsiz ana karakter, bir gazetenin arşivinde yıllarca çalıştıktan sonra işten çıkarılınca müthiş bir utanma duygusuyla baş başa kalır ve yıkıcı bir yalnızlığa düşerek annesinden kalan eve kapanır. Tek tesellisi, dijital arşive geçen gazetenin yöneticilerinden modası geçmiş arşivi evine taşıma izni almış olmasıdır. Bu arşivi düzenleme çabasına girişince de kendisini bir anda anıların yankıları içinde bulur. Kuşkusuz ki her arşivin eski/yeni yaşantılardan oluşan kendine özgü bir dünyası vardır ve bu dünya kısa sürede ana karakterin gerçek yaşamının önüne geçmeye başlar. Özellikle de çocukluk aşkı Franziska ile kurduğu hayali iletişim, romanın olay örgüsünü oluşturan en güçlü ögedir. Stamm’ın asıl başarısı, bu hayali iletişimi karakterin iç sesleri, rüyaları ve dış gerçeklikle çarpıcı bir biçimde bütünleştirebilmesinde yatıyor. Oldukça kısa sayılabilecek romanın büyük bölümünde, adamın çocukluk aşkına takıntısı o denli öne çıkıyor ki Franziska’nın hayali gerçek bir birey gibi devreye girerek olayları yönlendiriyor.  

Kaldı ki Franziska’nın yaşamı da oldukça karmaşık. Fabienne adını kullanarak pop yıldızı olma yolunda ilerlemeye çalışan kadının varolma çabası, romanın bir başka boyutunu oluşturuyor. Bu türden çabaları aktarmayı seven Stamm’ın özgeçmişinde de benzer bir varolma çabası var çünkü. Gençlik yıllarında muhasebecilik eğitimi almasına karşın birdenbire yön değiştirip Zürih Üniversitesinden dönemler hâlinde İngilizce, psikoloji, psikopatoloji dersleri alan, bir süre de gazetecilik yapan Stamm’ın heybesine Paris, New York ve Berlin serüvenleri de eklenince bireylerin varolma savaşımına ilişkin yoğun bir birikime ve gözlemlere sahip olduğu ortada. Ancak bu birikimi olabildiğince yalın ve anlaşılır biçimde vermeyi yeğleyen yazar, roman kişilerini ince ayrıntılarına kadar betimlemek yerine günlük yaşamda karşımıza çıkan bireyler gibi sunmaktan yana. Bir tür sıradan karşılaşmalar ortamı sanki. Bu yüzden karakterler hakkında kısıtlayıcı yargılarda bulunmuyor ve okura geniş bir özgürlük alanı bırakmak istiyor. 

Biçem olarak da her türlü abartıdan, soyut süslemelerden ve uzun cümlelerden kaçınan Stamm’ın romandaki anlatıcı karaktere söylettiği sözler, kendisinin de edebiyata bakış açısının özeti sayılabilir: “... fikir alışverişlerini oldum olası sevmemişimdir. Ülkemdeki ya da şehrimdeki durumları nasıl değerlendirdiğim, nükleer santrallerin durumu ya da herhangi bir siyasetçi hakkında ne düşündüğüm kimi ilgilendirir? Yorumların hiçbiri hakikatle değil, duygularla ilgilidir ve duygularım da kimseyi alakadar etmez. Benim görevim biriktirmek ve onları düzenlemek. Bırakalım da dünyayı yorumlamak başkalarına kalsın.” (s.13) 

Gerçekten de Stamm iri laflar etmek yerine yaşam parçacıklarının anlatmaya değer bölümlerini biriktiriyor, düzenliyor ve yorumu okura bırakıyor. Romanın iki ana karakterinin duygu ve düşüncelerini yine kendilerinin ağzından öğrenirken yaşadıkları çarpıcı anları ve deneyimleri olabildiğince seyreltiyor. Olay sayısını çoğaltmak yerine nedenleri ve sonuçları irdelemeyi öncelediğini söylemek olası. 

Nitekim kariyer uğruna kimi mutlulukları erteleyen ya da yanlış yaşayan Franziska’dan uzun süre haber alamayan adam, tozlu arşivin belgeleri ve fotoğrafları arasında gezinirken bir silkinme yaşıyor ve hem geçmişiyle hem de yollarını bir türlü kesiştiremediği “uzak sevgili”siyle yüzleşme isteğine kapılıyor. İlk yüzleşmeyi de kendisiyle yapıyor elbette: “Yıllar boyu kız arkadaşlarımın bahsettikleri kötü özelliklerimle ilgili liste hazırlamam gerekirse sanırım kararsızlık en üstte yer alır, hemen ardından sorumluluk almakta isteksizlik, kafamın dalgınlığı ve duygusal soğukluk gelir. Belki de bu yüzden hepsi bana kazak hediye etmişti.” (s.73)  

Böylece kendisine yeni bir hedef belirleyen adam, hem evin hem de arşivin dışına çıkarak yeni bir yaşam sayfası açmaya hazırlanıyor. Franziska ile buluştuğunda vardığı sonuç şu olacak belki: “Kişi kendi yaşamını arşivleyemez.” 

Yine de son söz okurun! Stamm’ın istediği gibi...