Yaşlı, yılgın meşe ağacı, dikenler ve gözyaşları
Semiha DURAK
Çocuk sahibi olanlar, zamanın göreceli değil; hızlı ve şaşmaz bir doğrulukta, matematiksel ilerlediğini bilirler. Kesin, katı, acımasız. Zaman Geçer. En çok da yazın bitişiyle anlarız zamanın geçip gittiğini. Yaz geçer, şairin de dediği gibi.
Bu sonbahar, zaman daha keskin akıyor. Geçenlerde, kızımı evden kilometrelerce uzakta bir kuzey şehrine götürüp bıraktık. Hiç bilmediği bir şehirde, hiç tanımadığı insanların arasında bir başına şimdi. Bütün anneler drama sever; artık büyüdüğünü, üniversite öğrencisi yetişkin bir birey olduğunu kabul etmiş olmak melankolik, abartılı, yer yer arabesk hislerin içimden bir yerlerden sızıp taşmasına engel değil.
Kızım gayet 'cool' idare etti durumu. Ama giderken, yol boyunca biraz sessizdi. Arabanın camından dışarıyı seyrederken “Umarım ev arkadaşlarımla anlaşabiliriz” dedi birden. Kendisi gibi üniversiteye yeni başlayan bir arkadaşının, akşam yemeklerini odasında yalnız, tek başına yediğini anlattı üzülerek.
İnsanların en büyük korkularından biri yalnız ölmek iken, yalnızlaşmak ve yalnızlaştırmak için ellerinden geleni yapmaları, hayatın en büyük çelişkilerinden olmalı. Yalnızlık Bakanlığı’na sahip bir ülkeden, Britanya’dan yazıyorum bu satırları. Saray parıltılarının ve noel ışıklarının yalnızlığı da, yoksulluğu da artık gizleyemediği, o kibirli adadan.
Kaldırımlarda evini ve aklını yitirmiş insanlar karşılaşıyor burada şimdilerde. Birbirine değmeden, dokunmadan. Ve ülkesiz ölüler kıyılara vuruyor. Tüm bunlar olurken, yükseğe kurulmuş kürsüden, nefret makamında bir çığlık atıyor biri; 'fırtına yaklaşıyor' diye bağırıyor. Söz konusu fırtınanın hava durumu tahmini olmadığını biliyor herkes. Zira kürsüden nefret çığırtkanlığı yapan kişi, yabancı düşmanlığı ve göçmen karşıtı politikalarıyla tanınan, İçişleri Bakanı Suella Braverman. Hint kökenli bir göçmen olan bakanın uyardığı fırtına ise, “göç kasırgası.” Braverman bunu ilk kez yapmıyor. Daha önceki ‘ulusa seslenişlerinden’ birinde de ‘işgalciler geliyor’ diyerek küçük teknelerle Manş Denizi’ni geçmeye çalışan mültecileri hedef göstermişti. Fakat bu son konuşmasında, yanlızca göçmenlere değil; onların haklarını savunan “tuzu kuru özgürlükçülere”, eğitimli-bilinçli nüfusa da saldırıyordu. Batı’daki sağcıların ‘çok bilmiş solcuları’ aşağılamak amacıyla kullandığı ‘woke’ kelimesini seçerek yapıyordu bunu. Ayrıcalıklı olduklarını iddia ettiği bu bilinçli azınlığa bir de mesajı vardı yukarıdan; “lüks inanışlara sahip olma hakkınız olabilir ama çalışkan ve sağduyulu Britanya halkı bu insanları geçindirmek zorunda değil.” Yaşamı ve insanı savunma hakkının bir lüks olduğunu düşünen içişleri bakanı, göçmenleri kötüleyen, seslerini susturan ve kimin yaşayıp kimin öleceğine karar verme yetkisini kendinde gören iktidar, kitaplarda karşıma çıkan ‘nekropolitika’ kavramının hayattaki karşılığı olarak kendini gösteriyor.
Bu kavramı ilk kez ortaya atan filozof Achille Mbembe’ye göre nekropolitika, yani ‘ölü siyaseti’, egemen güçler kimin yaşayıp kimin öleceğini dikte ettiğinde ortaya çıkıyor. Devletlerin mülteci ve göçmenleri suç işlemeye meyilli, hastalık taşıyan, tehdit unsurları olarak göstermesi, toplumda yüzyıllardır kalıplaşıp yerleşmiş öteki inancını harlayıp harekete geçiriyor. Böylece mültecilerin normal bir insandan aşağı düzeyde temsili de normalleşiyor. Ölüler ve yaşayan ölüler. İktidarların ideal toplum modeli. Hareket etmeyen, eylemsiz ve sessiz insanlar ülkeleri kurmak isteyen egemenler için bireyleri sınıflandırmak, aralarında derin sınırlar çizilmiş kimlikler örmek, birbirine düşman ikilikler yaratmak otoriter yönetimin altın kuralı. Irak ve Suriye’deki savaşı destekleyerek Ortadoğu halklarının yaşam hakkını gaspeden ülkelerden biri olan Britanya, nekropolitikanın en iyi uygulayıcılarından. İnsanların savaştan kaçıyor oluşunu yadırgayabiliyor, yaşamasına ya da ölmesine karar verebiliyor, hayatta kalmayı başarmışların da hangi koşullarda yaşayacağını dikte ediyor. Devletin kibirli ve ırkçı söylemi etkisinde kalanlar, mültecileri kendi ülkelerinin sunduğu kaynakları kemiren, yoksulluğun sorumlusu parazitler olarak görebiliyor. Evini, aklını kaybetmiş insanlar ile ülkesini yitirmiş insanlar ıssız bir adaya düşerse ne olur? Bir arada, ama birbirini görmeden, duymadan, dokunmadan yürüyor herkes kaldırımlarda. Nezaket, umursamazlık ya da tiksintiyle. Kimi öfkeyle, nefretle itip tekmeliyor sonradan geleni.
Adanın bu uçurumlu, kasvetli halini yine en iyi Ken Loach anlatmış. ‘ I Daniel Blake’, ‘Sorry, We Missed You’nun’ ardından, Kuzeydoğu üçlemesinin son filmi ‘The Old Oak’ nihayet vizyona girdi. Film ismini yıkık dökük, eski bir pub’dan alıyor. Ken Loach ve senaryoyu birlikte yazdığı Paul Laverty’nin, hikayeyi eski bir pub ve adının karşılığı olan ‘meşe ağacı’ imgesi üzerinden anlatıyor olması filme farklı derinlikler katıyor.
Meşe ağacı, dayanıklılığı ve uzun ömrüyle insanlık tarihi boyunca en özel ağaçlardan biri oldu her zaman. Adanın en eski halklarından olan Keltler için de gücün, dayanıklılığın, korumanın ve bilgeliğin sembolü; hayat ağacıydı. Kendi dillerinde “başka dünyalara açılan kapı” diyorlardı meşe ağacına. Törenler, toplantılar için gölgesinde toplanıyorlardı. Doğanın bütün güçlerini bir araya getiren ve dünyadaki dengeyi, uyumu sağlayan kutsal varlıklar olduklarına inanıyorlardı. Aslında bu mistik inanışın bilimsel temellere dayandığı söylenebilir. Meşe ağaçları, değişik türde sayısız canlının barınağı olarak, binlerce yıldır, ekolojik dengeyi sağlamaya devam ediyor. Filme adını veren meşe ağaçlarının çevresindeki organizmalarla kurduğu mükemmel uyum, Ken Loach’un hikayesinin tamamlayıcı öğelerinden. Meşe ağaçlarının bu kadar önemli olduğu bir kültürde, içinde meşe geçen İngilizce deyimlerin, atasözlerinin çokluğuna şaşırmamak gerek. “Diken meşenin annesidir” bu deyimler arasında en çok bilineni. Söz, gerçek anlamıyla, meşe ve diken arasındaki mükemmel uyumu, bağlılığı; dikenlerin meşeyi, özellikle en savunmasız olduğu zamanlarda, çevredeki tehlikelerden korumasını; metaforik olarak ise kötü ya da olumsuz sanılan birşeyin, tam tersine, geliştirip dönüştürebileciğini anlatır.
Pub’ların ada halkı için ifade ettiği anlama bakarsak, meşe ağaçlarıyla ne kadar benzediklerini görürüz. Yüzlerce yıllık geçmişe sahip pub kültürü, her sınıftan insanı bir araya getiren; futbol, politika, aşklar, arkadaşlıklar, aile sorunları; herkesin her konudan konuşabildiği mekanlarla varlığını sürdürüyor. Ken Loach’un Old Oak adını verdiği kırık dökük pub da, filmdeki karakterleri bir araya getiren buluşma mekanı, gölgesinde toplanılan yaşlı meşe ağacı ve başka dünyalara açılan bir kapıdır. Kuzeyde, eski bir madenci kasabasında, tabelasından kayıp düşen harfler gibi yılgın, sahibi ve diğer kasaba sakinleri kadar yoksul ve kederli bir mekan.
80’li yıllarda madenci direnişlerine tanıklık etmiş, vaktiyle dostluk ve dayanışmayla sarmalanmış kasaba, tam da Margaret Thatcher’in hayalini kurduğu şekilde, durağanlık ve umutsuzluk içinde yaşayan ölülerle doludur artık. Ama sonra birşey olur; kasabaya bir yabancı gelir ve hikaye değişir. Ken Loach bu geçişi hızlandıran araç olarak fotoğraf imgesini seçmiş. Filmin baş karakterlerinden biri, Yara adında Suriyeli bir mülteci. Yara, hiç bilmediği bir ülkede, istenmediği bir kasabada hayata tutunmanın yollarını arıyor. Hayatta mı, değil mi bilmediği, geride, bilinmezlik içinde bıraktığı babasından armağan fotoğraf makinasıyla günlerin kaydını tutuyor. Fotoğraf çekerken kasabada uğradığı ırkçı saldırı sırasında kırılan fotoğraf makinası Old Oak’un sahibi, intiharın eşiğinden dönüp yeniden hayata tutunmaya çalışan TJ ile yollarının kesişmesini sağlıyor. Sonra eski fotoğraflar çıkıyor ortaya birden; pub’ın artık kullanılmayan üst katında unutulmuş eski, siyah beyaz fotoğraflar. Kasabadaki madenci grevlerinden sahnelerin görüldüğü fotoğraflardan birindeki afişte yazılı söz kıvılcım oluyor. “Birlikte yemek yersek, birbirimize tutunabilir, bir arada durabiliriz”. Kimse aç kalmadan, birlikte doyarak, dayanışma içinde, tek bir cephe oluşturmayı kastediyor söz. Kolektif hafızayı canlandıran eski fotoğraf, kasabanın dayanışmacı, direnişçi tarihini yeniden hatırlatıyor. İnsanların üzerindeki ölü toprağı kalkıyor, yeniden yeşeren dayanışma ruhu, sanki bulaşıcıymış gibi bütün kasabaya yayılıyor. Pub’un üst katında kullanılmayan oda ile birlikte, orada yeniden birlikte yemek yemeyi öğrenen insanlar arasındaki bağ da onarılıyor.
Yara, Arapça’da, Türkçe karşılığından bambaşka bir anlama geliyor; Kelebek. Ken Loach ve Paul Laverty, senaryoyu yazarken, Yara ismini bu yüzden mi seçtiler bilmiyorum. Ama insanlığın en büyük yarası, savaşın içinden çıkıp gelen kelebeğin etkisini film boyunca hissettiriyorlar. Kasabanın durağanlığının da kaplumbağalara benzediğini fark edince, kelebekler ve kaplumbağaların doğada kurdukları ilişkiyi hatırlıyorum. Kaplumbağanın gözyaşlarını içerek, yaşamı için gerekli minarelleri alan kelebeğin, bu sırada kaplumbağanın gözlerini silip temizlemiş olduğu o büyülü gerçeği. İkisi arasındaki bu mükemmel uyum, yaşamın özündeki dayanışma ruhunun da ta kendisi. Yara’nın kasabaya, kasabanın Yara’ya iyi gelme hali, birbirlerini iyileştirmeleri, tam olarak böyle birşey. Doğadaki türlerin, kendiliğinden yakaladığı dayanışma ruhunu, insanların zor zamanlarda, birdenbire, içgüdüsel, yeniden hatırlar gibi davranmasından, insana dair hala biraz umut çıkarabilir ve o küçücük umuda tutunabiliriz bence. Belki, kelebekler gelip bizim de gözyaşlarımızı siler bir gün.
Kelebekler yeterince umut vermiyorsa, o zaman gider meşe ağaçlarına sarılırız. Birbirimize açılan kapılarda, başka dünyalar görürüz. Ve belki o zaman inanırız; başka bir dünyanın gerçekten mümkün olduğuna. Sonra meşe ağacının gölgesinde, yıllar sonra yeniden yanyana gelmiş insanların, geçip gitmiş zamanlar içinden seslendiğini duyarız. Kibirli adaların, küstah bürokratlarına cevap gibidir söyledikleri. Umudunu yitirmişlere, korkuya kapılmışlara hatırlatma. Başka bir dünyanın kapı aralığından; “Fırtına, meşe ağacının köklerini, daha derinlere salmasını ve güçlenmesini sağlar” diye seslenirler, sadelik, bilgelik ve cesaretle.