Ödüllü yazar Murat Gülsoy, “Siz kendinizi geliştirdikçe iyi metinlerden daha çok zevk alır hale geliyorsunuz. Zaten iyi bir metin, iyi bir roman, iyi bir öykü size onun arkada teknik bir altyapısı olduğunu unutturur. Gözünüze batmaz” diyor.

Yazar Murat Gülsoy: İyi bir roman okurken cümleler ve kelimeler görünmez olur

SÖYLEŞİ: Ertuğrul OGAN*

1992-2002 yılları arasında Hayalet Gemi dergisini çıkararak başladığı edebiyat yaşamına, ilk kitabı Oysa Herkes Kendisiyle Meşgul ile 1999 yılında Can Yayınlarında devam eden Murat Gülsoy, yaratıcı yazı eğitimleriyle de tanınıyor. 30 yıllık edebiyat hayatına pek çok kitap ve ödül sığdıran Gülsoy, Ressam Vasıf’ın Gizli Aşklar Tarihi kitabıyla yine okurlarının beğenisini topladı. Mühendis kökenli edebiyatçı Murat Gülsoy ile söyleştik.

>> Akademideki rolünüz ve diğer disiplinlerle olan ilişkilerinizle de ön plana çıkıyorsunuz. Bu farklı alanlar birbirlerini nasıl etkiliyor? Birbirlerini beslediklerini söylememiz mümkün olur mu?

Ben mühendislik okurken aklım hep felsefe, sanat ve psikolojideydi…  Özellikle insan zihninin nasıl çalıştığı temel meselemdi. Hem felsefi hem psikolojik hem de sanatsal açıdan. Bu sorunun cevabını ararken edebiyatın, roman yazmanın, öykü yazmanın aslında çok üst düzey bir entelektüel faaliyet olduğunu anladım. İyi eserlerle karşılaştığınız zaman, bunların insan zihninin ulaşabileceği en üst seviyelerden biri olduğunu düşünüyorsunuz. Bir yandan da psikolojide yüksek lisans yapmaya başlamıştım. Orada da insan beyni üzerine yapılan yeni çalışmalar ve yapay zekâ doğuşu üzerine çalışmalarımızı sürdürdük. Günümüzde olduğu gibi özellikle o dönemlerde de çok popülerdi bu konular. Okumalarım beni hep o alanda tuttu. Bu alanlar birbirleriyle nasıl etkileşiyor derseniz; bu sizin aldığınız yola da bağlı. Evet iyi bir okur ve edebiyatseverdim ama bir yandan da insan zihninin bir üretimi olarak roman, öykü yani kurmaca bir metin oluşturmak nasıl bir şeydir, sorusunu sorunca bu sefer kendimi anlatı bilimi kitaplarını okurken bulmuştum. Ya da roman üzerine edebiyat eleştirisi okurken... Doksanlardan bahsediyorum tabii. Bir yandan akademik çalışmalarım sürerken bir yandan da edebiyatla bu anlamda ilgileniyordum. 2004 senesi itibarıyla da bir yaratıcı yazarlık eğitimi verebilir durumda hissettim kendimi. Çünkü okumalarımla kendime böyle bir altyapı oluşturmuştum. Şimdi bir zaman atlaması yapalım ve günümüze gelelim. Günümüzde en son yazdığım roman bir ressamı konu alıyor. Kurmaca bir ressam fakat gerçek tarihimizin içerisine yerleştirilmiş bir kurmaca karakter. Onun dışında tüm olay ve kişiler gerçek. Romanı bitirdiğimde yapay zekâda da yeni gelişmeler yaşandı ve resim çizebilen programlar erişilebilir hâle geldi. Bu programlardan birisini kullanarak Ressam Vasıf’ın çizmiş olduğunu varsaydığım, çizmiş olabileceği resimleri yaptık beraber.

Beraber diyorum çünkü verdiğiniz komutlar orada çok önemli. Mesela Ressam Vasıf 1900’lerin başında Fransa’ya gidiyorsa Fransa’da gördüğü eğitimle nasıl bir resim çizer? Sonra 1920 civarında buradaki bazı İngiliz komutanlara satmak için oryantalist İstanbul manzaralarını nasıl çizer? Veya Ukrayna asıllı Rus ressam Gritchenko ile tanıştıktan sonra çizimleri nasıl etkilenir ve buna bağlı olarak Ayasofya’nın bahçesindeki kuş ve kedileri nasıl çizer? Tüm bunların üzerinden retrospektif bir çalışma da hazırladım. Fakat az sayıda basıldı ve kitabın tanıtımı sırasında dağıtıldı. Internetteki bloğumdan erişebilirsiniz. Sonuçta bu alanlar birbirleriyle konuşabilir. Edebiyatın bir diğer güzel tarafı da şudur: Her yazar kendi hayat tecrübesi, bilgi birikimi ve kültürüyle gelir o sahaya. Ve tabii ki edebiyat bilgisi ve edebiyat geleneği de önemlidir ama kendi katkısı o yazarın kişisel farklılıklarından kaynaklıdır. Benim de kendi ilgi alanlarım, sorduğum sorular ve onlara cevaplar ararken geçtiğim yollar edebiyatımı bir şekilde belirledi.

>> Ressam Vasıf’ın Gizli Aşklar Tarihi… Gerçekten de tarihin gizli saklı kalmış dehlizlerinden ortaya çıkan oldukça farklı bir hikâye okurları karşılıyor. Romanın hazırlık aşamasında nasıl bir yol izlediniz? Kurgunun içerisindeki gerçeklikler için özel bir çalışmanız oldu mu? 

Romanda resim tarihimizin içinde geziyoruz ama sadece resim tarihimiz değil bir yandan da tarihsel olaylar da söz konusu. Asıl amacım orada Ressam Vasıf gibi canlı bir karakter yaratıp onu hayatın içerisinden anlatmaktı. Hiçbirimiz yaşadığımız dönemden bağımsız değiliz aslında. Yaşadığımız dönemin tarihi, toplumsal olayları… Hepsi bizi etkiliyor. Bazı olaylar daha da fazla etkiliyor. Resim sanatının bizim coğrafyamızda geç gelişen bir sanat olduğunu söyleyebiliriz, özellikle de dini nedenlerden dolayı. Gerçi 19. yüzyılda hatta daha da öncesinde Ermeni, Rum ressamlardan bahsedebiliriz ama bir akademinin kurulması ve burada bir resim sanatının oluşması oldukça yeni sayılabilir. Ben de bunun izini takip ettim. Ressam Vasıf’ın Galatasaray Lisesi’nde başlayan eğitimini, geçtiği durakları ele almaya çalıştım. Herhangi bir romanda karakter yaratırken o kişinin bütün bir hayat hikâyesini öncelikle bilmek zorundayım. O hayat hikâyesini ne kadar ayrıntılı tasarlarsam ben de roman ya da öykü yazarken o kadar rahat ediyorum. Hatta bir zaman sonra kendiliğindenleşmeye başlar. Yani karakteri o kadar iyi tasarlamışsınızdır ki artık onun vereceği tepkileri bulmak için düşünmenize gerek kalmaz. O kendiliğinden birtakım tepkiler vermeye başlar. Hatta yazar tıkanıklığı denen şey bence bu hazırlığı yapmadan yola çıkmaktan kaynaklanır. Hazırlığınız yoksa bir yerde elbet tıkanırsınız. Ne yapacağınız belirsizdir çünkü. Bu işin genel kısmı ama özel olarak bu romanda birtakım tarihsel kişilerle de tanışıyoruz. Bunun için o tarihsel kişilikleri de bilmek zorundayız. Yani en çok zorlayan kısım o aslında. Ressam Vasıf, İbrahim Çallı ile karşılaşıyorsa onun da o tarihlerde hangi koordinatlarda olduğunu bilmek zorundayız. Yani onları uyduramayız, aslında uydurabilirsiniz ama benim tarzım değil. Benim bu romandaki amacım anlatılan bütün olayların olabildiğince gerçekçi bir şekilde verilmesi ki Ressam Vasıf’ın kurmacılığı inanılır ve gerçek bir hâle gelsin.

Dolayısıyla en çok zorlayan kısım yeterince bilgi ve belgenin olmamasıydı. Bundan kastettiğim şu: Elbette sanat tarihi üzerine yazılmış kitaplar var ama bir romancının ihtiyaç duyduğu şey gündelik hayata dair ayrıntılardır. Ve bu ayrıntıları da daha çok birinci el kaynaklarda buluruz. Mesela insanların mektuplarında, günlüklerinde, otobiyografilerinde... Veya yaptıkları söyleşilere yer veren gazete ve dergilerde… Fakat maalesef bizim resim sanatımızla ilgili kaynaklar bu anlamda çok az. Örneğin İbrahim Çallı gibi dev bir figür hakkında doğru düzgün bir kitap yok. Daha geçen sene İzmir’de geniş bir sergi yapıldı. O sergi bağlamında bir kitabı var ama o çapta bir sanatçıyı anlatan en az üç beş farklı biyografi olabilirdi fakat bunlar yok. Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun, Nazmi Ziya üzerine yazdığı incecik bir kitap var. İşte o kitap çok kıymetli benim için çünkü birinci elden anlatıyor. Beni en çok zorlayan da bu oldu; ressamların çok renkli ve ilginç hayatları var biliyorsunuz ama nereden öğreneceksiniz? Ben gerçekliği çarpıtmayı seven bir insan değilim. Kurmacayı baştan kurup yeni bir karakter yaratmayı seviyorum ama gidip de Bedri Rahmi’yi gerçeğiyle hiç alakası olmayan bir şekilde yazmayı istemem. Aslında bu araştırma kısmı hem en zorlayıcı hem de en keyifli kısmıydı. Bir dedektif gibi arşivlerde geziniyorsunuz. Bazen küçük bir ayrıntı için yüzlerce sayfa okuyorsunuz ve sonrasında o yüzlerce sayfanın getirdiği bir bakış derinliği yakalıyorsunuz.

>> Hayalet Gemi dergisiyle birlikte oldukça uzun süren bir dergi maceranız da oldu. Bu dergi yılları size neler kazandırdı? Günümüz dergileri için düşünceleriniz neler? 

Günümüz dergilerini yakından takip edemiyorum çünkü oldukça fazlalar. İyi ki de çok sayıda varlar. O zamanlar da fazlasıyla dergi vardı aslında. Dergicilik hem bizim hem de dünya edebiyatının bir dönem itici gücüydü. Özellikle başlangıç noktası diyebiliriz. Dergilerde yeşermeye başlar yeni yazarlar. 1992’de dergi çıkarmaya başladığımızda ben yirmi beş yaşındaydım. O dönemde zihinsel dünyamız, kültür dünyamız yetmişli yılların atmosferiyle örülüydü. Çünkü o sıralar okuduğumuz yazarların çoğunluğu yetmişli yıllarda eserlerini vermişlerdi. Mesela Oğuz Atay, Adalet Ağaoğlu, Leyla Erbil… Edebiyat dergileri açısından da seksenlerin başında özellikle o dönemin meseleleriyle kavga eden dergilerle büyüdük. Çoğu uzun ömürlü olmuyordu bu dergilerin, kısa sürede batıyorlardı. Biz bunlardan kendimize bazı dersler çıkardık. Hayalet Gemi’ye başlarken bazı kararlarımız vardı. Mesela biz onlar gibi olmayalım. Ne demek bu? Dergicilik, kişi kültü üzerinden yürümesin. İşte gidelim ünlü yazarlardan yazı toplayalım, onlar da bize okur toplasınlar. Bu bize iyi bir fikir gibi gelmiyordu. Mümkün olduğunca kendisini ispat etmiş yazarlara hiç gitmeyelim dedik.

Mesela herkesin eşit olduğu bir yayın kurulu vardı. Herkes eşit bir şekilde fikrini beyan ediyordu. Bir diğer özelliğimiz de dışarıya açık olmamızdı. Yani yalnızca biz değil herkes olsun. Derginin konseptine uygun yazı gönderecek herkesi içeriye alalım. Dergiyi yaşatacak olan şey oraya sürekli yeni zihinsel bir girdinin olması, farklı insanların oraya katkıda bulunması. Kimi zaman yer olmadığında yayın kurulundan arkadaşlarımız yazılarını çekerlerdi ki dışarıdan gelen yazı yer bulabilsin. Yani kişi değil de bir yayın kurulu dergisi olmasına özen gösterdik. Bir de kapağında edebiyat dergisi yazmasın, kendisine göre bir atmosferi olsun istedik. Bunu biraz daha gotik bir hava içerisinde tasarlamıştık. Siyah beyaz bir dergiydi, maliyetler yüksek olduğu için. Ama görselliğe de önem veriyorduk. İşte adı Hayalet Gemi, girişte böyle tuhaf bir metin var, derken kendisine ait kapalı bir atmosfer varmış gibi gösteriyorduk. Bu bir şekilde gizlenmenin de yoluymuş aslında. Geriye dönüp baktığımda fark ediyorum bunu. Dergide birçok farklı şeye yer veriyorduk ama çok da dikkat çekmeden yapmaya çalışıyorduk bunu. Seksenli yıllar fazlasıyla baskı altında kaldığımız yıllardı ve bizim yaptığımız da bir tür kılık değiştirmekti. Uzaktan bakan biri, Hayalet Gemi’yi bir heavy metal dergisi sanıyordu ama okumaya başladığınızda öyle olmadığını anlıyordunuz. Sonrasında bizi satanist zannettiler. Akmar Pasajı basıldı, bizim dergi de toplatıldı. 

>> Yaratıcı yazarlık dersleri verdiğinizden de bahsettik fakat bu noktada merak ettiğim bir şey var. Metinlerle teknik açıdan bu kadar içli dışlı olmak saf okurluk deneyiminizi nasıl etkiliyor? 

Siz kendinizi geliştirdikçe iyi metinlerden daha çok zevk alır hale geliyorsunuz. Zaten iyi bir metin, iyi bir roman, iyi bir öykü size onun arkada teknik bir altyapısı olduğunu unutturur. Gözünüze batmaz. Tam tersi gösterdiği dünyayı deneyimlemeye başlarsınız. İyi bir roman okurken cümleler ve kelimeler görünmez olur. Onların gösterdikleri dünya görünür hale gelir. Ama tam tersi aksayan bir metinde ise bunu fark ediyorsunuz. Fakat bundan da bir haz alınıyor. Saf okur halinde sıkıldım bundan, beğenmedim, deme lüksünü herhangi bir neden göstermeden söyleme imkânınız oluyor. Mesela ben tasarımcı değilim, giyim kuşamdan çok da fazla anlamam. Ama benim de bir zevkim var. Bana biri üzerindekileri nasıl bulduğumu sorsa, çok fazla yorum yapamam; ancak güzel olmuş ama acaba biraz bol mu geldi, falan diyebilirim. Ama iyi bir tasarımcı veya terzi ne yapar? “Bak canım, burası pot yapmış, şu vatkaları çıkartıp buraya bir pens atalım, şu renk bir fularla destekleyelim,” gibi yorumlar yapar yani neyin aksadığını görür ve onu düzeltmenin yollarını da bilir. Bir sanatı öğrendikçe bizim kazandığımız profesyonel göz de bu işe yarar. Ama zaten elbise güzelse sizin orada böyle müdahalelerde bulunmanıza gerek olmaz. Siz de onun tadını çıkartırsınız. 

* Gölgesizler podcast