Yazmanın incelikleri
Fotoğraf: Pixabay

Altay Öktem -  Şair, Yazar, Araştırmacı

“Yazmanın İncelikleri” konusunda bir metin yazmak, her şeyden önce tedirgin edici. Çünkü, yazma eylemi üzerine çok şey söylenebilir; ancak işin içine “incelikler” girdiğinde, konunun ana ekseninden biraz uzaklaşmak, deyim yerindeyse konuya biraz daha hassas, temkinli ve mesafeli yaklaşmak gerektiği kanısındayım. 

“Yazmanın İncelikleri” başlığı, enikonu bir vaat içeriyor: Yazma tekniklerinden, yazmanın püf noktalarından söz edecek, “nasıl yazmalıyım?” konusunu ele alacak ve bu konuyu bir sonuca bağlayacağız! 

Oysa bu yaklaşımın, diş macunu tüpünü ortasından sıkmak ya da yemeğe tatlıdan başlamaktan farkı yok.

Her şeyden önce, ilk soru “nasıl yazmalıyım?” olmamalı. Yazma tekniklerini, püf noktalarını mümkün olduğunca geri plana atmakta fayda var. Kendimize ,“nasıl yazmalıyım?” değil, “neden yazmalıyım?” sorusunu sormalıyız öncelikle. Sait Faik gibi “yazmasam deli olacaktım,” aşamasına mı geldik sahiden, yoksa diğer iki seçenekten biri mi geçerli? Yani, zaten deli olduğumuz için mi yazmak istiyoruz yoksa yazarak delirmeyi mi amaçlıyoruz? 

Bazen, üç seçenek arasından dördüncüsünü seçmek gerekir. “İçimdeki yazma isteğinin, delirmenin üç farklı versiyonuyla da ilgisi yok,” diye cevap verilebilir bu soruya. Yazmak istiyorum, çünkü…

Buradaki “çünkü” hayati önem taşıyor. Nedeni şu: ardından gelecek cümle, yazma eylemiyle girişeceğimiz kıyasıya mücadelenin ana eksenini oluşturacak. Ya da, yolun başında, olmadı ortasında neden havlu atacağımızın erken dönem habercisi olacak. O derece önemli yani. 
Aklımıza gelebilecek ilk cevaptan başlayalım: Duygu ve düşüncelerimi başkalarıyla paylaşmak için yazmak istiyorum. 

Bu noktada, sözü edilen “başkaları”ndan biri olduğum için, cevap hakkı doğuyor bana. “İyi de, senin duygu ve düşüncelerinden bana ne?”

İlk bakışta bu cevap kırıcı gelebilir. Hani insanın yüzüne söylendiğinde kavga nedeni olacak cümleler vardır ya, onlardan biri işte. Neyse ki yüz yüze değiliz, yazıyla iletişim kuruyoruz da içimden geldiği gibi kendimi ifade edebiliyorum…

Kırıcıdır, çünkü herkesin duyguları ve düşünceleri kendisi için biriciktir. Diyelim âşık oldunuz; doğal olarak, yaşadığınız en yoğun duygu durumudur bu. Terk edildiniz diyelim; dünya başınıza yıkıldı, yani fay hatlarından bile bağımsız olan bu en yıkıcı içsel depremi deneyimlediniz… Bu duyguları paylaşmak istemekten daha doğal ne olabilir? 

Emin olun ki, sizin için en “biricik” olan bu duyguları, neredeyse sizin dışınızdaki herkes yaşamıştır. “Ama benimki çok farklıydı,” dediğinizi duyar gibiyim. Emin olun ki, neredeyse sizin dışınızdaki herkes, “ama benimki çok farklıydı,” diye düşünmüştür. Hatta, hâlâ öyle düşünüyorlardır.

Gerçi bunlar çok bireysel. Konuya daha toplumsal hatta global meseleleri de katabilir, duyarlı olan herkesi etkileyen kadına şiddet, taciz, hayvanlara yapılan eziyetler, adaletsizlik, işsizlik, hukuksuzluk, doğanın katledilişi, savaşlar, katliamlar, küresel ısınma ve insan soyunun doğayı yaşanmaz hale getirmesi gibi konulardan söz edebiliriz. Elbette bu konularda söylenecek her söz çok değerlidir. Öyleyse yeni bir önermeyle karşı karşıyayız: Susmamak ve söz söyleme hakkımı kullanmak için yazmak istiyorum! 

Doğaya, insana karşı duyarlı olmak, her türlü olumsuzluktan etkilenmek ve onu değiştirmeyi, dönüştürmeyi arzu etmek, yazmak için yeterli neden midir? Buradan hareketle yazar olunabilir belki ama pekâlâ siyasetçi ya da aktivist de olunabilir. Ayrıca, fark etmişsinizdir muhakkak: “Söz söyleme hakkını kullanmak” cümlesi de en az “duygu ve düşünceleri paylaşmak” cümlesi kadar klişedir. Bu cümlelerin hiçbiri yanlış değildir, yetersizdir sadece. 

Yazmanın inceliklerinden söz etmeyeceğiz dedik ama konu döndü dolaştı, ister istemez bir incelikten söz etmiş bulunduk bile: Klişelerden uzak durmak!

Neden yazmalıyım? Kendimle ilgili, sistemle ilgili, dünya ile ilgili bir meselem var…

Uzlaşamıyorum ya da uyum sağlayamıyorum… Daha açıkçası, tutunamıyorum… Tutunmak isteyip de tutunamıyorsanız bu beceriksizliktir; tutunmayı reddediyorsanız, o zaman, yazmak için bir nedeniniz var demektir! Yazmak için yeterli bir neden değildir ama bir başlangıçtır en azından. 

Yazmak, bir hesaplaşma biçimidir. Neyle hesaplaşmak? O tamamen size bağlı. Kimisi için varoluş sancısıyla, kimisi için dille, kimisi için insan zihnini tutsak eden kavramlarla, kimisi içinse sadece ve sadece kendisiyle hesaplaşma biçimi. Verili olanın, dayatılanın yerine yenisini koyma çabası. Bir şeyin yerine yenisini koyabilmek, başarılırsa ne güzel olur ama her zaman mümkün değildir. Aslına bakarsanız, şart da değildir. Yazmak, bu çabayı görünür kılmaktır. Gerisi hayata ve zamana kalmıştır. 

Yine öykücülüğümüzün temel taşlarından Sait Faik’e ve yazmanın olmazsa olmazı olan “mesele” konusuna dönelim:

“Otların yeşil olması, denizin mavi olması, gökyüzünün bulutsuz olması, pekâlâ bir meseledir. Kim demiş mesele değildir, diye? Budalalık! Ya yağmur yağsaydı? Ya otların yeşili mor, ya denizin mavisi kırmızı olsaydı? Olsaydı o zaman mesele olurdu, işte…”

Görüldüğü gibi meselenin, kötülüklerin kökünü kazımak ya da kendimizi kendi benliğimizin kelepçelerinden çekip çıkarmak gibi ulvi bir şey olması gerekmiyor (Belki de gerekiyor, buraya geri döneceğiz). Ama gördüğünüz gibi sıradan bir mesele değil Sait Faik’in “Hişt, Hişt!” öyküsünde gördüğümüz. Otların yeşil, denizin mavi, gökyüzünün bulutsuz olması mıdır mesele; yoksa otlar mor, deniz kırmızı olsaydı eğer, asıl mesele bu mu olurdu? Bu sorunun kaç cevabı vardır? Çok kolay: cevap vermeye yeltenenlerin sayısı kadar cevabı vardır bu sorunun. Bu, hem yazmak için bir meseleniz olması gerektiği konusunda güzel bir örnektir, hem de biraz önce bahsettiğimiz üslup konusuna dolaylı bir göndermedir. Çünkü bu soruya verilen her cevap, aynı zamanda, cevap verenin üslubunu oluşturur. 

Şimdi, bir önceki paragrafta açtığımız paranteze dönebiliriz. “Mesele”mizin ille de ulvi bir şey olması gerekmeyebilir, demiştik ya… Sait Faik’in mesele hakkında söylediği şeye odaklanalım yeniden; varoluşa doğrudan dokunan çok önemli bir meseledir aslında sözünü ettiği. Bir o kadar özgündür, bir o kadar da sarsıcı… 

Biz yazıya dönelim. Çünkü okuduk, dedik ya… Okuduğumuz şeyler, bir anlamda, sözcüklerin yan yana dizilmiş halidir. Yan yana gelen iki sözcük için, yan yana gelmesi için “neden bu iki sözcüğü seçtin?” diye sorabiliriz yazara. Bu ilk ve en basit sorudur. Onlarca, yüzlerce, binlerce, hatta on binlerce sözcüğün yan yana gelmesiyle oluşan bir metin, sonsuz olasılıklar içinde sonlu bir bütünlüğe ulaşma halidir. Basit bir cümle bile, en az dört beş farklı şekilde söylenebilirken, bir metnin içindeki bütün cümlelerin korelasyonunu kurmak ve analitik biçimde hepsinin arasında bağ kurmak, deyim yerindeyse bir büyücülük işidir. O yüzden arının bal yapmasına, kırlangıcın yuva yapmasına benzetilir yazma eylemi, bazen sözcük işçiliği bazen kuyumculuk olarak adlandırılır. 

Ama kötü bir haber vereyim: en estetik yuva en çok çalışan kırlangıcın, en göz alıcı mücevher en iyi işçiliği gösteren kuyumcununki olabilir, doğaldır bu. Ama en iyi metin, sözcükleri, cümleleri ve içerdikleri anlam dizgelerini en iyi şekilde, ilmek ilmek işleyen yazarınki olacak diye bir kural yoktur. İlmek ilmek işlemek şarttır ama sizi sonuca götürüp götürmeyeceği muallaktır. 

Yazmak dediğimiz şey, en nihayetinde, suya yazmaktır!