Nasıl desem bilmiyorum, kötü bir film. Ama başka türlü bir kötülük bu.

Nasıl desem bilmiyorum, kötü bir film. Ama başka türlü bir kötülük bu. İnsani kılıklı, farklı kültürlere saygı gösterir gibi yapan bir kötülük. Çok çirkin bir özü var. Irkçı bile denebilecek bir öz bu

ABD’nin çoğunluğunu erkeklerin oluşturduğu askerleri ve iş adamları dünya üzerinde savaşır ve ülkelerin zenginliklerini sömürmenin yollarını  ararken kadınları da ruhsal boşluklarını doldurmak, cinsel ihtiyaçlarını tatmin etmek ve tüketmek için ülkeden ülkeye fink atıyorlar. Kah Woody Allen’in filmindeki gibi Barcelona’ya gidiyorlar, kah “Sex and the City”deki gibi Abu Dabi’ye. Javier Bardem  kartvizitine “Latin aşık ihtiyacınız itinayla karşılanır” yazdırsa diye düşünüyor insan ister istemez bu filmleri izledikten sonra. ‘Barselona Barselona’dan sonra ‘Ye Dua Et Sev’de de aynı işlevi görüyor çünkü. Kafası karışık Amerikalı kadınları yalnızlıktan kurtarma görevi bu.
‘Ye Dua Et Sev’ nasıl desem bilmiyorum, kötü bir film. Ama başka türlü bir kötülük bu. İnsani kılıklı, farklı kültürlere saygı gösterir gibi yapan bir kötülük. Çok çirkin bir özü var. Irkçı bile denebilecek bir öz bu. Film boyunca Julia Roberts’ın canlandırdığı d’un certain age (artık genç olmayan kadın) kahramanımız hayal kırıklıklarıyla biten iki ilişkinin ardından soluğu yurtdışında alır. İtalya, Hindistan ve Endonezya’ya (Bali’ye) gider. Tabii bu ülkelerin en turistik, en güzel, en sorunsuz yerlerinde dolaşır. Mafyanın zehirlediği İtalyan topraklarında, Hindistan’ın ve Endonezya’nın sefil mahallelerinde dolaşacak hali yok. Doğal olan da bu elbette. Ama bir şey var ki mide bulandırıyor. Bu ülkelerin insanları bir “çocuksuluk” içinde resmediliyor. Bu çocuk halkların çok sevimli özellikleri var. Elleriyle kollarıyla bir sürü jest yapıyorlar ve güzel yemekler yiyorlar; pek inandırıcı olmasa da Hıristiyanlarınki  gibi kasvetli olmayan tapınakları ve dinsel törenleri var. Çok az parayla sevindirilebiliyorlar, böylece kendinizi iyi bir insanmışsınız gibi hissetmenizi de sağlıyorlar. Ama bunlarla derin ilişkiler kurmanın da gereği ve manası yok. Kahramanımızın, bu iş için kendi memleketlileri veya tercihen kuzey Avrupalı ırkdaşları var. Yetişkinler dünyalarını diğer yetişkinlerle paylaşmalı! Bunun tek istisnası, tam bir istisna olmasa da Latin erkeği (aslında o da bir Batılı ama tam aynı türden değil). Latin erkeğiyle fikren uyuşulmasa da, onula en azından bir süreliğine yatağı paylaşmaya direnmek çok zor. Filmimizin kahramanı da önce haklı gerekçelerle reddettiği Brezilyalısını (Javier Bardem’i yani) sonunda kabul ediyor. Hazza dayalı bu hayatın kötü olduğunu söylemek zor ama işin garibi bütün yüzeysel güzelliğine rağmen yine de çekici değil. Ne aşkında, ne ruhaniliğinde bir derinlik var. Yani oryantalizmini filan bir kenara bırakın yine de tatsız bir resimle karşı karşıyayız. Tek istisnası İtalyan yemekleri. Onlar gerçekten ağız sulandırıyor. Kahramanlarımız tadını çok da çıkarmasalar da doğanın güzellikleri de çok cazip.

SATILIK RUH
Erkek olmanın bedeli

Korku sinemasının ustası Wes Craven’in son filmi “Satılık Ruh” pek korkutmasa da merakla izlenen bir film. Freudyen bir okumaya da açık olduğunu düşünüyorum. Küçük bir kasabada adamın biri çıldırır ve ruhuna şeytan girmiş gibi davranmaya başlar. Küçük kızının gözünün önünde hamile karısını öldürdükten sonra polis adamı vurur. Fakat adamın akıbeti yine de meçhul kalır. Çünkü bindirildiği ambulans bir kazada alev alır ve adamın cesedi bulunamaz. Aradan 16 yıl geçer. Katilin öldüğü ya da kaybolduğu gece doğan gençler büyümüşlerdir ve ambulansın enkazının bulunduğu yerde kaza gecesinin yıldönümlerinde bir tören düzenlemektedirler. Gençler o gece katilin kuklasını sembolik olarak öldürürler. Bu aynı zamanda bir ergenlikten erkekliğe geçiş töreni işlevi de görür. Ödipal karmaşa bir anlamda aşılmış oluyor çünkü sembolik olarak öldürülen babadır. Hatta belki de sembolden de öte gerçekten de bir baba ama filmin sırlarını açık etmeyelim. Fakat Bug lakaplı genç o gece sembolik olarak “baba”sını öldürme eylemini gerçekleştiremez ve katil yeniden ortaya çıkar. Bug kahramanın yolculuğunu tamamlayabilecek ve erkek olabilecek midir? Ve erkek olmak tehlikeler karşısında korkuya kapılmamak mı demektir yoksa korktuğunu belli etmemek mi? Ve de genç kuşaklar leş yiyici akbabalar gibi bütün ölü kuşakların ruhlarını bir şekilde geleceğe taşımakta mıdırlar? Craven’ın filmi sonlarına doğru sarksa da kendisinden beklenenleri yerine getiriyor. Üç boyutlu olduğunu da ekleyelim.

TOPRAK ALTINDA
Savaşta yoksullar ölür!

Bir film baştan sona bir tabutun içinde geçebilir ve yine de seyircinin ilgisini sonuna kadar ayakta tutabilir mi? “Toprak Altında”yı seyredince bu imkansız gibi görünen durumun mümkün olduğunu görüyorsunuz. “Toprak Altında” çok başarılı bir film. Filmin kahramanı Paul Conroy (Ryan Reynolds) Irak’ta iş yapan bir ABD firması için kamyon şoförlüğü yaparken kaçırılıyor ve fidye için bir tabuta konularak toprağa gömülüyor. Film işte bu noktadan sonra başlıyor. Paul’ün bir çakmağı ve bir de cep telefonu var. Bu cep telefonuyla fidyecisiyle ve kendisini kurtarmasını umduğu kişilerle irtibata geçebiliyor. Ve yine bu iki aletin yaydığı ışık sayesinde biz de Conroy’u görebiliyoruz. Yoksa ortam zifiri karanlık. Film politik olarak doğru bir yerde duruyor. Fidyeci Iraklının yaptığı bir canavarlık ama canavarlıkta ne tek başına ne de öncü konumda. Ondan daha büyük canavarlar Irak’ı işgal edenler ve bu işgalden nemalanan şirketler. Iraklı fidyecinin sesi biraz daha insani olsaymış filme zararı değil yararı olurmuş. Tek rahatsız olduğum nokta bu oldu ama sonuçta savaştan zarar görenlerin milliyeti ne olursa olsun yoksullar ve işçiler olduğunu söylediğini düşünüyorum filmin. Tabii ki Amerikan işçisiyle Irak işçisi aynı derecede zarar görmüyor ama savaşın hangi sınıfın çıkarına olduğu da daha açık gösterilemez. Ama tabii bunlar bir filmi ilginç kılmaya yetmez. “Toprak Altında” başından sonuna kadar gerilimi ayakta tutmayı başarıyor. Bunun için bir keresinde gereksiz bir “yılan” unsuruna başvuruyor ama onun dışında meselenin özünden sapmıyor. Kaçırmayın.