Son aylarda birçok yeni sinema kitabı çıktı.

Son aylarda birçok yeni sinema kitabı çıktı. Bu kitapları edinmek ve okumak lazım! Atilla Dorsay Türk sinemasının dönemleri üzerine yazdığı seriyi yeni bir kitapla zenginleştirdi. Dorsay’ın yeni kitabının adı ‘Sinemamızda Değişim Rüzgârları – Türk Sineması 2005-2010’ (Remzi Kitabevi). Sinemamızın yıldızının parladığı 6 çok önemli yılı ele almış Dorsay. Bu dönemde hem üretilen film sayısı hem de seyirci sayısı aşağı yukarı 2 misli artmış. Bu gibi istatistiklerle desteklenmiş, kapsayıcı sunumun ardından ‘Başlıca Filmleriyle Türk Sineması 2005-2010’ bölümü geliyor. Bu bölümde Dorsay dönemin filmlerini tek tek ele alıyor. Dorsay daha önce yayımlanmış eleştirilerine çok az dokunmuş, güncellemek dışında olduğu gibi bırakmış. Kitapta Dorsay’ın Türk sineması üzerine yazdığı makaleleri içeren bir bölüm de var. Bu bölüm ‘Altı Yılda Sinemamıza Değişik Bakışlar – Festivaller, Ödüller, Olaylar, Tartışmalar’ başlığını taşıyor. Kitabın son bölümü ise keşke olmasaydı diyeceğimiz bir bölüm: ‘… Ve Kaybettiklerimiz’. Atıf Yılmaz, Zeki Ökten, Halit Refiğ, Nijat Özön… Kitapta Dorsay’ın bu altı yıllık dönemdeki en favori 20 filmi de yer alıyor. Her eve lazım!
Yıllardır baş başa yazılar yazdığım sayfa arkadaşım, hocam Uğur Kutay da BirGün’de yayımlanan yazılarını bir kitapta topladı: ‘Sinema – Politik / Sosyo –Semiyoloji Notları’ (Es Yayınları). BirGün’ün ayrıcalıklı okurları bu yazıların belki çoğunu zamanında okumuşlardı ama onları böyle derli toplu bir arada görmek başka bir şey. Bu kitabın önsözünü yazma şerefi bana nasip oldu! O önsözde şunları söyledim:
“Beach Boys’un ikişer, üçer dakikalık kısacık şarkıları o kadar kusursuz, o kadar eksiksiz inşa edilmişlerdir ki genellikle mini senfoniler olarak adlandırılırlar. Bebekler gibidirler yani. Bebeklere baktığımızda, karşımızda her şeyiyle eksiksiz ama minyatür formatta insanlar görürüz. İnanılır gibi değillerdir. Bu mucize duygusunu Uğur Kutay’ın BirGün’deki köşesini okuduğum her seferde yaşıyorum.   Bir köşe yazısına bu kadar büyük bir yoğunluk, üstelik son derece akıcı bir dil ve kusursuz bir Türkçeyle nasıl yansıtılabilir? Okuru yormadan, sıkmadan bu kadar derin mevzulara kısacık bir yazıda nasıl girilebilir?
Sanki hiç çaba harcanmadan yazılmış, kendiliğinden kâğıda dökülmüş gibi durur bu yazılar. Güncel ile tarihsel, kişisel ile toplumsal, politik ile ruhbilimsel…  Evet, dünyayı hâlâ bütünlüklü bir şekilde kavramak mümkün ve bunun kanıtı bu yazılarda var.”
Yeni çıkan bir diğer kitap da ‘Aşktan da Üstün 50 Film’ adını taşıyor. Arka Pencere bir web sitesi (arkapencere.com). Kitapta yayımlanan yazılar bu web sitesinin ‘aşktan da üstün’ başlıklı bölümünde çıkmış. Altı yazarın imzası var bu yazılarda : Cem Altınsaray, Tunca Aslan, Kemal Ekin Aysel, Burak Göral, Murat Özer ve Burçin S. Yalçın. Kitabın adına bakıp da aşk filmlerinden söz ediyor sanmayın kitabı. Bu başlık siteye ilhamını veren bir Hitchcock filminden alıyor adını. Sitenin bütün bölümleri zaten Hitchcock filmleriyle flört halinde. Kitapta yer alan 50 film içinde ‘Suspiria’ gibi korku klasikleri de var, ‘Çin Mahallesi’ de var ve tabii ‘Arka Pencere’ de var. Her tür film hakkında yazı bulabilirsiniz yani bu kitapta, tırışka filmler hariç…       
Ve son olarak benim için ayrı  bir önem taşıyan bir kitaptan söz edeceğim. Bu kitap “Son Yörük- Osman Şahin’e 40. Sanat Yılı Armağanı” (Bilim+Gönül) adını taşıyor. Osman Şahin sinemamızın gelmiş geçmiş en önemli senaristlerinden biri, belki de en önemlisi.  Büyük bir hikâye yazarı Şahin; kitaplarıyla almadığı ödül yok gibi. Bugüne dek 23 öyküsü filme çekilmiş, bunların 18’inin de senaryosunu kendisi yazmış Şahin. Neler yok ki içlerinde: ‘Kızgın Toprak’, ‘Kibar Feyzo’, ‘Züğürt Ağa’, ‘Adak’ ve yazılmasına tanık olduğum ‘Firar’. Osman Şahin 1999’da Antalya Film Festivali’nde ‘Yaşam Boyu Başarı Altın Portakal’ Ödülü’ne de layık görüldü. ‘Firar’ın yazımına neden ve nasıl tanık olduğum sorularının cevabını ise “Osman Şahin’le Hapishanede” başlıklı yazımda bulabilirsiniz:
 
OSMAN ŞAHİN’LE HAPİSHANEDE
Ahh geçmiş, ah! Bir arkadaşım beni eyleme davet ettiğinde örgütlü değildim ama kabul ettim. “Cuntanın anayasasına hayır!” ve benzer sloganlar içeren kâğıtları okulun (Boğaziçi Üniversitesi) duvarlarına astık. Sloganları el yazımızla yazmıştık ve sonuçta yakalanmamıza da bu el yazıları neden oldu. 1982’inin mayısıyla temmuzu arasında tutuklandık, sorgulandık, yargılandık ve mahkûm olduk. Bu iki ay 1. Şube, Selimiye ve Alemdağ’da geçti. Hükümlü olarak serbest bırakıldık. Yargıtay’ın kararına kalmıştı yatıp yatmayacağımız. Başlangıçta sevindiğim bu serbest kalış aslında pratikte mahkûmiyetime bir yıl daha eklenmesi demek oldu. Çünkü başınızın üstünde Demokles’in kılıcı sallanırken özgür değilsinizdir. Bu gergin bekleyiş sonuçta kötü de bitti. Yargıtay 2 yıl 2 ay 20 gün ve 4 ay sürgünden oluşan cezalarımızı onadı. Cuntaya ‘cunta’ demiştik, yani devletin manevi şahsiyetine hakaret etmiştik. Suçumuz bu sözcüğü kullanmaktan ibaretti.
Yeniden içeri alındık. Hayatımda ilk kez politik bir eyleme katılmıştım ama bunu 12 Eylül sonrasında yapmıştım. Bedeli çok ağırdı. Sağmalcılarda bir hafta Karantina denilen yerde, üçüncü sayfa kahramanlarıyla yaşadıktan sonra, C7 Öldürme Koğuşu’na gardiyan dayağıyla birlikte atıldım. İçerde beni cinayet suçlusu ülkücüler ve mafya mensupları  bekliyordu. Tabii sıradan mahkûm ve tutuklular da vardı. Devrimciler ise sadece iki kişiden ibaretti. İki ay kadar da burada kaldım. Çok zor geçti.
Sonra cezamın geri kalanını  çekmek üzere Yalova’ya gönderildim.  Birbirine zincirlenmiş  ve kelepçelenmiş on mahkûmduk. Bir akşam vakti vardık Yalova Cezaevi’ne. Bizi getiren minibüste iki devrimci daha vardı. Biz üç solcuyu 10 kişilik küçük bir koğuşa verdiler. Osman Şahin bu koğuştaydı. 
Türkiye  hapishanelerinde en korkunç insanlarla karşılaşabilirsiniz. Acımasız gardiyanlar, zorba mahkûmlarla doludur koğuşlar. Ama dünya güzeli insanlarla da hapishanelerde karşılaşabilirsiniz. Ben iki türden insanla da karşılaştım. Osman Şahin gibi dünya güzeli bir insanla dışarıda tanışmam, en azından o sıralarda zordu ama şimdi baş başa yatıyordum.
Sinemayla ilgiliydim. Boğaziçi  Üniversitesi’nin Sinema Kulübü’nün aktif bir üyesi olmuştum okulda olduğum 3 yıl boyunca. Reha Erdem ve Fatih Aksoy’la kısa filmler çekmiştim. Aranılan bir kameramandım. Erdem ve Aksoy da kulübün üyesiydiler.
Şimdi de Osman Şahin’le aynı koğuştaydık işte. Osman abi, bizi çok sıcak karşıladı. Onun varlığı, koğuşu benim gibi yeniler için daha ilk günden daha tanıdık ve daha güvenilir bir mekân haline sokmuştu. Tabii, görece konuşuyorum. Yoksa küçücük bir mekânda, kimisi hiç güvenilir olmayan insanlarla birlikte sıkış tıkış yaşıyorduk işte!
Koğuşumuzda küçücük bir masamız vardı. Herkes birlikte yemek yiyemezdi. Dolayısıyla gruplara ayrılmıştık. Hafızam beni yanıltmıyorsa Osman abi, Hurşit adlı Sarıyerli bir şoför ve Fransız bir gençle aynı gruptaydı. Hurşit bir kazada ölüme neden olmuştu. Adını saklayacağım Fransız ise eroin bulundurmaktan içerdeydi. Kendisiyle sonradan Fransa’da da görüştüm. çömlekçi olmuştu ve kendi kasabasında mesleğini icra ediyordu. Geçmişini herkes bilmiyordu. O yüzden ben de adını yazmayacağım.
Fakat sonra gruplarımızdan tahliyeler oldukça Osman abiyle bir dönem aynı gurupta da olduk. Yemeklerimizi kendimiz pişirirdik, karavana çıkmazdı. Osman abi nefis yemekler yapardı ve biz çatallarımızı elimize alıp beklerdik onun yemeklerini.
Varlığı koğuşa çok şey katıyordu Osman Şahin’in. Herhalde bizim kadar sportmen bir koğuş yoktu.  Osman abi beden eğitimi öğretmenliğinden geliyordu ve sporunu hiç ihmal etmezdi. Ve bize de örnek olurdu. Onun kadar olmasa da biz de jimnastik yapardık sabahları. Bir de voleybol oynardık avluda.
Yazardı, hep yazardı Osman abi. Heyecanla yazardı, iştahla yazardı. O günlerde başımın ucunda  sonradan adı ‘Firar’ olacak filmin senaryosunu yazıyordu. Hapishanede yazmak için daha ideal bir konu olamazdı!
Bir gün televizyon seyrediyorduk. Antalya Altın Portakal ödülleri açıklanıyordu televizyonda. Ben Osman Şahin’in Türk sinemasında ne kadar önemli bir yeri olduğunu biliyordum ama diğer mahkûmların çoğu bilmiyordu. O da kendisinden söz etmezdi pek. İşte o ödül törenini izlerken mahkûmlardan biri Osman abinin gözlerinden yaşların aktığını fark edip ‘Neden ağlıyorsun?’ diye sordu. Osman abinin filmlerinin aldığı ödüller açıklanıyordu televizyonda. Yanlış hatırlamıyorsam Derman’dı ödül alan filmi. O ağlamasın da kim ağlasındı? Orada Antalya’da emeğinin karşılığını almak, başarının tadını çıkarmak varken o küçük, havasız bir koğuşta, ne iş yaptığını bile bilmeyen insanların arasındaydı.
Sinemayla o günlerde de ilgiliydim, hatta ne demekse ‘sinemacı’ olacağım diye düşünüyordum. Ama kafam çok dağınıktı. Yaşadığım az buz travma değildi benimki de. Hayatım öylesine keskin bir dönemece girmişti ve ben o kadar hazırlıksızdım ki... Sinemacı olmak isteyen biri için Osman Şahin’le birlikte olmak büyük şanstı ama ben Osman abiyle sinema temelli bir ilişkiye pek girmedim. Giremedim. Ama birlikte olmak yeterince öğreticiydi ve çok önemliydi. Hep sıcak kaldı o günlerin anısı bende. Tatlı gülümseyişi ve bitmek tükenmez bir heyecanla bakan gözleri hep canlı kaldı anılarımda . O heyecanı halâ daha görüyorum, duyuyorum zaten Osman abiyle karşılaştığımda. Sen çok yaşa Osman abi! Ve hep yazmaya devam et!