Yeni milliyetçilik yükselişte: Yurtta sağ, cihanda sağ

Yusuf Tuna Koç 

Tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de aşırı sağ nispeten yeni bir siyasal fenomen olarak gündemde çokça yer tutuyor. İslamcı-milliyetçi iktidar ittifakına alternatif(!) olarak siyaset alanını her gün pıtrak gibi çoğalan yeni sağcı partiler dolduruyor. Ekonominin devamlı çöküşte olduğu, halkın yükünü en ağır şekilde çektiği ülkemizde, sol sosyalist bir siyasetin imkân olamadığı her momentte, her başlıkta bu sağda birikme, toplumsal öfkeyi aşağıdan yukarı değil içeri doğru büken bir eksene dönüşüyor. 

Fakat bu faydasına rağmen iktidar ve yeni milliyetçilik, göçmen krizi, tarikatlar gibi başlıklarda çatışıyor, topluma dair vizyonları, hedefleri ve olası müttefikleri milliyetçilik-ümmetçilik ayrımında değişiklik gösteriyor. Gazetemizin bu hafta detaylıca incelediği son çıkan MİT Akademi raporu aşırı sağı bir tehdit olarak yorumlarken, Erdoğan sonrasının iktidar ve rejim tahayyüllerine dair hem bugünün ittifak ortakları hem de genel olarak sağın kutupları arasındaki çatışma potansiyellerini gösteriyor. 

Öte yandan neofaşizm, yeni milliyetçilik diye de adlandırılan aşırı sağ, dünya siyaseti için de belirleyici olmaya devam ediyor. Geçtiğimiz yıldan bu yana İtalya, Arjantin ve Hollanda’da iktidara hep birbirinin benzeri bu siyasetler iktidara geldi. 

ABD’de, göçmen karşıtlığı ve sınır güvenliği krizi üzerinden büyüyen sorun, bir devlet krizine dönüşerek ülkenin tamamına yayıldı. Texas-Meksika sınırında Federal mahkemenin dikenli tel kullanılmasını engelleyen yasağını Texas valiliği tanımadı. Trump’ın çağrısıyla 25 cumhuriyetçi eyalet valisi Biden’e karşı bildiri yayınladı, 10 eyalet Texas’a destek için ulusal muhafız yollarken, Texas valisi Federal güçlerle karşı karşıya gelmekten kaçınmadıklarını açıkladı.  

BirGün Pazar 2024 Forumunda bu hafta ülkemizde ve dünyada yaşanan gelişmeler ışığında Türkiye’de aşırı sağı, yeni milliyetçiliği, iktidar ortakları ve muhalefet arasındaki “hangi sağ” krizini, Taner Timur, Alçay Sepetoğlu ve Kemal Can’a sorduk. Tartışmaya katkı vermesi amacıyla da Deepanshu Mohan’ın ilgili makalesini okurlarımız için çevirerek foruma dahil ettik. 

*** 

Yurtseverlikten çağdışı milliyetçiliğe 

Aslında Osmanlı devleti “Türk” sıfatının “Etrak-ı bi’idrak” (idraksız Türkler) olarak aşağılandığı bir hanedan devletiydi. Ülkede yurttaşlık değil, kulluk esastı. 

Türkiye'de yeni dönem milliyetçilikte ittihatçılık fikri ve imgesi bir tür sağ muhaliflik olarak popülerlik kazandı. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz, o döneme dair isim ve grupları bugün için nasıl bir simgesel ihtiyacı gideriyor? 

Taner Timur: Tarihte “millet” fikri aslında devrimci bir dönüşümün ürünü olarak ortaya çıktı. 1789’da Fransa’da halk kitleleri Bastille hapishanesini basarken arkalarında da tarihçi Charles Morazé’nin “Fetihçi Burjuvalar” dediği sermayedar sınıf vardı. Ne var ki o tarihte “burjuvazi” de halkın bir parçasıydı.  

Marx ve Engels Manifesto’da burjuva devriminin uzun uzun övgüsünü yapmışlardır. Fakat aynı zamanda kapitalist üretim biçiminde üretimin kolektif yapısıyla üretim araçlarının bireysel mülkiyeti arasındaki çelişkiye de dikkati çekmişlerdi. Onlara göre bu çelişki zamanla kapitalizmin “mezar kazıcısı” olacaktı. Ne var ki aradan uzun yıllar geçti, fakat bu kehanet gerçekleşmedi! Aslında kapitalizm 20. yüzyılda tek bir kez devrimci bir almaşıkla (Mayıs-68) sarsılmış, fakat onun da üstesinden gelmişti. Sistemin “küreselleşme” potansiyeli ağır basmış, “milliyetçilik” tutucu bir ideoloji haline gelmişti. Fransız devlet adamı François Mitterand “milliyetçilik yurtseverliğin düşmanıdır!” derken bu fikri vurguluyordu.  

Peki, günümüzde hemen herkesin “milliyetçilik” yarışında olduğu ülkemizdeki gelişmeler nasıl oldu?  

Aslında Osmanlı devleti “Türk” sıfatının “Etrak-ı bi’idrak” (idraksız Türkler) olarak aşağılandığı bir hanedan devletiydi. Ülkede yurttaşlık değil, kulluk esastı. Tanzimat ve Meşrutiyet hareketleri de iç dinamiklerle değil, Rusya tehdidine karşı tam 250 yıl önce imzalanan Küçük Kaynarca Anlaşması (1774) ile Batı yardımına sığınma şeklinde gerçekleşmişti. Nitekim modern tarihçiliğin doğuşunda önemli bir yere sahip olan Fransız tarihçi ve devlet adamı François Guizot, yakından tanımış olduğu Mustafa Reşid Paşa’yı anlatırken, Osmanlı reformizminin temel ilkesini “Türkiye’yi Avrupa’da tutabilmek için, Avrupa’yı Türkiye’de tatmin etmek” olarak tanımlamıştı. Teşhis ağır ve abartılı olsa da bir gerçek payı taşıyordu. 

Gerçekten de Osmanlı yönetici zümresi, ulusal pazar ve ulus-devlet oluşumu içinde sanayileşmenin ön plana çıktığı bir dönemde, askerî reformlarla eski gücüne kavuşma hülyasına kapılmış ve Yeni Osmanlıların sözünü ettiği “imtizac-ı akvam” (kavimlerin uyuşması) süreci Şeriat dışında düşünülemediği için de bu evrim çağdaş bir uluslaşma sürecine değil, yeni iç bölünmelere ve yabancı müdahalelere yol açmıştı. Enver, Talat ve Cemal paşalardan oluşan İttihatçı triumviranın kibirli ve gerçekçilikten uzak politikası da buna elverişli bir ortam hazırlamıştı. Sonuç yıkım oldu. Daha da kötüsü İttihatçılar tüm ilericileri, hatta Paris Komünü günlerinde Paris’te olan ve bu ayaklanmadan övgü ile söz eden Namık Kemal’i bile bu politikaya ortakmış gibi sundular! 

***  

Aradan uzun yıllar geçti; çok çetin koşullarda bir ölüm kalım savaşı verildi ve sonunda da laik cumhuriyet ilan edildi. Yine de bu kolay olmamış, Mustafa Kemal Paşa “hareketi safhalara ayırarak” her aşamada hâlâ “Saltanat”tan medet umanları dışlamak zorunda kalmıştı. Bunlar arasından Kemal Paşa’ya “halifelik” önerenler bile çıktı. Örneğin Millet Meclisi’nde Lütfi Fikri Bey, ''Hayretle ve üzüntüyle görülmelidir ki” diyordu, “bugün şu manevî hazineye (yani hilâfete) saldırmak isteyenler, dışarıdan kimseler, Müslüman milletler içinde Türk'ü çekemeyenler değildir. Doğrudan doğruya biz Türkler, kendi dinimizden ebedî olarak bu hazinenin çıkarılması sonucuna yol açabilecek teşebbüslerde bulunuyoruz” demiş ve tokat niteliğindeki şu yanıtı da almıştı: “Efendiler, yabancılar hilâfete saldırmıyorlardı. Fakat Türk milleti saldırıdan kurtulamıyordu. Hilâfete saldıranlar, Müslüman milletler içinde Türk'ü çekemeyenler değildi. Fakat Çanakkale'de, Suriye'de, Irak'ta İngiliz ve Fransız bayrakları altında Türklerle vuruşan Müslüman milletlerdi.”  

*** 

Atatürk Onuncu Yıl söylevinde “Ne mutlu Türk’üm diyene!” demişti. Aslında bununla Türk olmayı bir övünme vesilesi yapmıyor, yurttaşlarda hâlâ mevcut olan güvensizlik duygusunu yok etmeye çalışıyordu. Üstelik büyük lider bununla da yetinmedi, milliyetçiliğe yeni bir yorum getirdi ve Afet İnan’a Yurttaşlık Bilgisi derslerine temel teşkil edecek kitap için şu satırları dikte etti: “Bize milliyetperver derler, fakat biz öyle milliyetperverleriz ki, bizimle teşrik-i mesai eden bütün milletlere hürmet ve riayet ederiz.” Aslında bu tam da yurtseverliğin ifadesiydi.  

*** 

Mehmet Akif Safahat’ında “ibret” alınmadığı takdirde tarihteki melanetlerin “tekerrür edeceğini” söylemişti. Ne yazık ki günümüzde çağdışı bir Milliyetçi-İslamcı cephe, Nihal Atsız ve Necip Fazıl referanslarıyla Cumhuriyetimizin İkinci Yüzyılı’na bu muhafazakâr şairin de çok gerisinde bir anlayışla girmiş bulunuyor! 

*** 

İktidardaki “kutsal ittifak” gerilimlerine rağmen sürecek 

“Milliyetçi-maneviyatçı” tamlamasında sembolize olan bu ilişkiyi kuran ve sağlamlaştıran en önemli unsur, Anti-komünizmdi. NATO’nun küresel soğuk savaş stratejisi, pek çok ülkede olduğu gibi Türkiye’de de dindarlık ve milliyetçilik eksenlerini birlikte kullandı. 

Türkiye'de milliyetçi ve İslamcı hareket parlamenter siyasette yer yer yan yana gelse de ülkeye dair vizyonları ve tabanları arasında bir ayrışma, zıtlaşma görünüyor. Türkiye'nin geleceğinde bu iki siyaset arasındaki ilişki ve mücadeleyi nasıl görüyorsunuz? 

Kemal Can: Milliyetçi ve İslamcı çizgiler, çıkış noktaları, beslendikleri fikrî kaynaklar ve kurucu kadroları açısından hayli farklı çizgiler. Türkiye çok partili hayata geçtikten ve özellikle 1960 sonrasında, bağımsız siyasi hareketler olarak partileştiler ve aralarındaki ideolojik-siyasi rekabet, gerilimli bir yarışa dönüştü. Fakat bu ideolojik ve siyasi ayrılık hem bu hareketlerin içinde hem de dışından gözlemciler tarafından biraz abartılı vurgulanıyor. Çünkü çeşitli faktörlerin etkisiyle sürekli temasta ve alışverişte oldukları gerçeğini gözden kaçırmamak gerekir. 1950 sonrası şekillenen Türkiye Sağının tamamlayıcı ayakları olarak 1970’li yıllarda kurulan MC hükümetlerinde koalisyon ortaklığı yaptılar. Necip Fazıl’ın “Türkler ve Müslümanlardan ibaret vatan” özlemi her iki tarafta heyecan uyandırdı. 1980’de darbenin generalleri, “Türk-İslam Sentezi”ni devlet politikası yapmayı denedi. 1991 yılında seçim barajını aşmak için oluşturulan birlikteliğe “Kutsal İttifak” adı verildi.  

“Milliyetçi-maneviyatçı” tamlamasında sembolize olan bu ilişkiyi kuran ve sağlamlaştıran en önemli unsur, Anti-komünizmdi. NATO’nun küresel soğuk savaş stratejisi, pek çok ülkede olduğu gibi Türkiye’de de dindarlık ve milliyetçilik eksenlerini birlikte kullandı. İki akımı “ortak düşman” konsepti etrafında kolayca buluşturan yapıştırıcılardan bir diğeri de “devlet” algısı. Her iki akım da farklı fikrî kaynaklardan beslense de veya kimin elinde olacağı konusunda rekabet içinde olsalar da, güçlü ve “kutsal devlet” yaklaşımında çok kolay buluşuyor. Anti-komünizm ve devlet algısının, zaman içinde Kürt alerjisi, Batı karşıtlığı gibi yeni sürümleri devreye girdi. Milliyetçiliği ve İslamcılığı tabanları açısından yakınlaştıran üçüncü unsur ise kültürel, toplumsal ekonomik ve sınıfsal bir kategori olarak, “yabancı” hatta değişim içeren her dinamiğe agresif bir direnç üreten taşra muhafazakârlığı. Bakınız; Cumhur İttifakı’nın oy coğrafyası.  

2015 yılında kurulan Cumhur İttifakı, üç yapıştırıcı unsuru açıkça gösteriyor. Anti-komünizm başlığına Kürt meselesini, “güçlü devlet” algısına “Beka Davası”nı ve Batı ile itişmeyi, taşra zihniyet iktidarına da “Yerli-Milli” söylemini kolayca ekleyebiliriz. 2015 yılı başında, “Erdoğan milli güvenlik meselesidir” diyen Bahçeli, kısa sürede Erdoğan’ı desteklemeyi milliyetçilerin “milli görevi” ilan etti. “Milliyetçiliği ayaklar altına alan” Erdoğan, baş tacı yapmakta zorlanmadı. Kısa zamandaki bu büyük manevraları mümkün kılan ve tabanları razı eden (hatta dönüştüren), gerilimli rekabetle paralel yürüyen akrabalıktı. “Devletin” ortak olarak yer aldığı, hâkim güç unsurlarının onay verdiği iktidar terkibinin ve Türkiye sağının üçüncü sağlam ayağı “pragmatizmin” katkısı da önemli elbette. 

AKP-MHP ittifakı başlangıç aşmasından itibaren bir aritmetik ortaklık değildi. Erdoğan iktidarı kutuplaştırma ve blok siyasetinin gereği olarak “milliyetçi-maneviyatçı” çoğunluğu arkasına alarak iktidarını tahkim etme ihtiyacındaydı. Ayrıca daha önce AB gibi dış aktörler ve Cemaat eliyle devlet karşısında mevzi kazanma veya geriletme çabası riskli bir hale gelmişti. İç ve dış konjonktür de iktidarı tehdit ediyordu. MHP bu iki alanda önemli eksiği tamamladı. “Yerli-Milli Blok” için milliyetçiliğin takviyesini hizmete soktu. Devletle mücadele yerine, bizzat ortaklık imkânının kapılarını açtı. Elbette bu ilişkinin karşı tarafında da yaşanan, iktidarın kırmızı çizgilerinin belirlenmesi, Cemaatten boşalan devlet kadrolarındaki baskın etkinlik, Kürt meselesi başta olmak üzere “tehdit” unsurlarını dışlama politikası yürürlüğe girmesiydi.  

Bugün çeşitli başlıklarda, iktidar içindeki çatlaktan veya AKP-MHP geriliminden bahsediliyor. Ancak bunun daha çok profesyonel kadrolar ve özellikle AKP içindeki ve çevresindeki hizipler tarafından yoğun kullanıldığı söylenebilir. Bu yaklaşımın, iktidarın kendi çatlağıyla son bulması umudu yüzünden muhalefette de alıcısı fazla. 50+1 tartışmalarında, Sinan Ateş olayında, AYM krizinde, Kulp’taki imam-kaymakam gerilimde, MHP ile AKP arasında giderek sertleşen çatışma dinamiğinden söz ediliyor. Bunların hepsi son derece sahici gerilimler olsa bile, henüz ne iktidarın yapısından kaynaklanan bu ilişki mecburiyetinin bir alternatifi var ne de bu iki partinin tabanlarında karşı konulmaz yüksek bir alerji. Hatta tabanların muhalefete karşı oluşturulan dışlayıcı ortak dilde fazlasıyla benzeştiğini, görüyoruz. Daha ileri giderek, kendi ittifaklarına benzeyen “yerli-milli muhalefet” üretme gayretinde bile mesafe aldıkları da söylenebilir. Sonuç olarak, bu ilişki, iktidar için elverişli oldukça sürecek ama gerilimi de eksik olmayacak. 

*** 

Devrimci siyasetin yokluğunda aşırı sağ yükseliyor 

Bugün, AKP’nin karşısında biriken ve kendini muhalif olarak tanımlayan heterojen bir yüzde elli var. Dahası AKP’nin tabanı da eskisi gibi kendi içinde konsolide halde değil artık. 

Nispeten yeni bir siyasi fenomen olarak aşırı sağ, bugün Türkiye siyasetini de çokça meşgul etmeye başladı. Aşırı sağı yaratan sebepler ne ve ülkemizde nasıl bir ihtiyaca karşılık geliyor? 

İlda Alçay Sepetoğlu: Öncelikle “aşırı sağ” dediğimiz şey hangi zemine ayağını basıyor bunu görmek gerek. Daha sonra da sorunu ilk elden adıyla çağırmak gerek; içinden geçtiğimiz süreç açıkça neofaşizmler dönemidir.  

Bugün Avrupa sokaklarında ayak seslerini duyduğumuz, Türkiye de dahil olmak üzere dört bir yanda kapitalizmin krizi, savaş ve yabancı düşmanlığı üzerinden tartışılan “Aşırı sağın yükselişi”; özünde düzenin bekası için eli yüzü düzeltilmeye çalışılan neofaşizmden başka bir şey değildir.  

Aşırı sağ ya da neofaşizm halihazırda küresel bir güç durumunda pozisyonunu koruyor. Amerika başta olmak üzere, Almanya’dan Macaristan’a, İtalya’dan Portekiz’e oradan Fransa’ya; neofaşizm hem nüfusun geniş kesimlerini hem de yeni bir hegemonya arayışı içindeki siyasal ve “popüler” figürlerin tümünü kendisinden toplamayı başaran bir çekim alanı kuruyor. 

Bu çekim ya da kapsayıcılığın başarısı, ülkelerin tarihlerine, neofaşizmin karşısına dikilen sınıf mücadelesine, hâkim sınıfların radikal milliyetçiliğe meyline, ırkçı ve otoriter fikirlerin halka nasıl nüfuz ettiğine vs bağlı olarak yoğunluğu açısından ülkeden ülkeye farklılık taşısa da; neofaşizm dinamiği neoliberal kapitalizmin ve onun krizlerinin küresel gelişimi ve ilerleyişi ölçeğinde ortaya çıkar.  

Üstelik bu, çok boyutlu bir krizdir: toplumsal, ekonomik, çevresel ve elbette siyasal. 

Burada özellikle siyasal kriz meselesi oldukça önemli bir yer tutuyor. 

Siyasal kriz dediğimiz şey, şu veya bu liderin kişiliğiyle, şurada veya burada yaşanan yolsuzluk skandallarıyla, bazılarının kötü tercihleriyle veya hâkim siyasetin diğer konjonktürel ve toplumsal boyutlarıyla alakalı değildir.  

Bu daha ziyade, hâkim sınıfların dünyanın her yerinde on yıllardır giriştiği özelleştirme, güvencesizleştirme ve mülksüzleştirme siyasetinin uzun erimli sonuçlarına işaret eder.  

Böylesi bir siyasal kriz, bir hegemonya krizinin derinliğiyle ölçülür; büyük neoliberal yıkımı başlatan siyasi partilerin birçoğunun meşruiyetlerini ve toplumsal güçlerinin önemli bir bölümünü kaybetmeleri veya hatta tamamen çökmeleri anlamında bir siyasi temsil krizi; siyasi partilere karşı her yerde artan inançsızlık ve seçimlerdeki çekimserlik krizi; hâkim sınıflar ve nüfusun geri kalanı arasındaki dolayımı sağlayan bütün her şeyin krizi ama aynı zamanda bu sınıfların, 1970’lerin sonundan beri sürdürdüğü projenin, yani, neoliberalizmin de krizi. 

Neofaşizm işte tam bu anda, hegemonik bakış açısını neoliberalizmden devralmak üzere çağrılan siyasal bir güç olarak sahneye çıkıyor. Yani düzenin bekasını korumak için bir yandan rıza üretmeye yarıyor bir yandan da toplumsal öfkenin bu denli bir çoklu kriz ortamında devrimci bir mücadelede kendini bulmadan soğurulmasını sağlıyor. 

Türkiye’de de aslında bir süredir bunun örneklerini yaşıyoruz. Bildiğimiz anlamda kurumsal siyasetinde, parti liderlerinde somutlaşmış seçim yarışlarının da artık iflas ettiği bir dönemdeyiz. Hatırlayım 14 Mayıs seçimlerini; evet seçimleri AKP yeniden kazandı ancak toplumun yarısının rızasını alamadan iktidara geldi. Üstelik bu kez kendisine eşlik eden çok ciddi bir devlet ve hegemonya kriziyle iktidar oldu. Karşısında iktidara talip düzen muhalefeti ise bir ittifak halinde ancak AKP’nin oy oranına zar zor yaklaşabildi. 

Bugün, AKP’nin karşısında biriken ve kendini muhalif olarak tanımlayan heterojen bir yüzde elli var. Dahası AKP’nin tabanı da eskisi gibi kendi içinde konsolide halde değil artık. Açlık ve yoksulluğun neredeyse kural haline geldiği bir toplumsal düzende ve yaşadığımız çoklu kriz ortamında, toplumsal öfke ve sıkışmışlık ortada duruyor ve kendisini ifade edecek bir siyasal forma bürünemiyor.  

Esasen aşırı sağ burada devreye giriyor. Yine seçim sonuçlarına referansla düşünürsek Zafer Partisi’nin aldığı oy oranı bunun en iyi örneği. Ya da başka bir yerden, şimdilerde adım adım yükselişe geçen Yeniden Refah Partisi özellikle yoksul emekçi mahallelerde fabrikalarda örgütlenerek düzen içinde bir “alternatif” olmayı hedefliyor. Böylece hem kendilerine bir alan açmayı hem de hayalî birtakım düşmanlar eliyle, aslında hiçbir somut siyasal öneri de bulunmadan, kendilerine yarattıkları konforlu bir siyaset alanından, düzenin çarkını emek sermaye hizalanmasını bozmadan sürdürmeyi planlıyorlar. 

Türkiye’nin orta-uzun vadede geleceğini tehdit eden ve bakmamız gereken yer tam da burası. Özellikle gençler arasında hızla yayılan, kendisini yabancı düşmanlığından veya kadın düşmanlığından ifade ederek toplumsallaşan aşırı sağcılığın karşısında, bu döngüyü kıracak ve sınıf siyasetinde toplumsallaşarak örgütlenecek bir siyasal hat ile mücadele etmek gerekir.