Günümüzde kentlilerinin, işsizlerin, eğitimlerini tamamlamış binlerce gencin geleceğe yönelik ekonomik, siyasal arayışlarının, perspektiflerinin olmaması, haftanın 6 günü, iş saati dışında da sürekli iletişim araçları aracılığı ile çalıştırılan, günümüz modern kölelerini yaratan sistemin nedeni sinemamızda daha fazla yer bulamıyor.

Yeni Türkiye sinemasında kent ve taşra karşıtlığı: Umuda yolculuklar ve sorunlar

Emine Uçar İlbuğa - Prof. Dr., Sinema Eleştirmeni.

Türkiye sinema tarihine baktığımızda sinemada kent ve taşra ayrımında ortaya çıkan temsillerin çoğunlukla iki karşıtlık üzerinden ilerlediği görülüyor. Köyden kente göç filmlerinde taşranın dayattığı toplumsal normlar ve köyün ekonomik gücünü elinde tutanların karşısında elde edemeyeceği ekonomik, toplumsal, kültürel statüyü yakalamak adına göç edenler için yeni yer yurt arayışlarında büyük kentler alternatif olurken, son yıllarda özellikle kentin kaosundan taşranın sessiz ve yavaş akan zamanına sığınmak önem kazandı.

1980’li yıllara kadar kente göç edenlerin kentte konut ve iş istihdamı konusunda devletin sistemli bir planının olmaması, gelenlerin kendilerine barınacak yerler edinmeleri ve yeni iş alanları yaratmalarını da zorunlu kıldı. Böylece sinemada kentin çeperlerinde giderek artan gecekondular, yeterli iş imkânı olmayan kentlerde seyyar satıcılıktan, ayakkabı boyacılığına, ev temizliğinden, taşımacılığa uzanan geniş bir yelpazede iş alanlarını yaratma süreçleri, kente uyum, geleneklerle modern yaşam karşıtlığında değişen aile yapıları ve aile içi çatışmalar gibi, kentli ve taşralıların farklı yaşam biçimleri ve anlayışları yalnızca gerçekçi değil, komediden arabeske birçok filmin konusu oldu. 

12 Eylül 1980 Askerî Darbesi ve sonrası yaşanan siyasi değişim, liberal ekonomi, küresel piyasa, küresel tüketim kültürünün sürekli olarak önünü açan politikalarla kent mekânları ve kentlilerin kentle ilişkileri dönüştü, kentler bir pazar haline geldi, gecekondular giderek rant alanlarına dönüştü ve kent dışına çekilen yeni yerleşim yerleri, kentsel dönüşüm politikaları ile eski kent merkezindeki yerleşim yerlerinde yaşayan dar gelirli insanların kent çeperlerine yerleşmek zorunda kalması kentleri radikal olarak değiştirdi. 1990’lı yıllarda Türkiye ve dünyadaki gelişmelere bağlı olarak sinema filmlerinde işlenen konular çeşitlendi, bir yandan gişe başarısı elde eden komedi filmleri, öte yandan politik bir meseleyi tartışan, ötekinin sunumu ve muhalif düşünce ve cinsel özgürlük, etnisite, Kürt sorunsalının ele alındığı, kent-taşra ayrımında insan-doğa ilişkisini sokaktaki insanı melodram kalıplarına sıkıştırmayan filmler çekildi. 

Bununla birlikte Türkiye sineması için düzensiz kentleşme, kentsel dönüşüm, hız, kalabalık ve kaosun hüküm sürdüğü büyük kentlerde taşra huzurun bulunacağı, güvenli bir yaşam için bir kaçış yeri olarak anlam kazanmaya başladı. 2000’li yıllarda Türkiye’de iç ve dış göç bağlamında, kentlerde oluşan çokkültürlü, çok dilli ortamlar, yoğun milliyetçi duygular ve ötekine bakış, gençlerin iş, eğitim, gelecek perspektiflerinin olmaması, eski “sol” siyasetin güçlü olduğu semtlerde mafya örgütlenmeleri, 12 Eylül askerî darbesinin gençlere biçmiş olduğu rollerin yeni kuşak gençliğin yaşamına nasıl etki ettiği ve şekillendirdiğini tema eden filmler öne çıkmaya başladı. Bu yıllar aynı zamanda ailelerin küçülmesi, bireyciliğin daha bir öne çıkması, hizmet sektörünün büyümesi, yeni iş alanları ve çalışma koşulları, örgütlenme koşullarının giderek zorlu hale gelmesi, özelleştirmelerle iş güvencesinin giderek yok edilmesi bireylerin hayatını gündelik yaşamlarından başlayarak köklü olarak değiştirdi. Bu durum giderek yoksullaşan ve yalnızlaşan kentlileri yarattı. 2000’li yıllar ayrıca AKP’nin iktidara gelişi ve devam ettirdiği IMF politikaları ve Avrupa Birliği adaylık sürecinde yapılan yapısal reformlar ile karakterize edilebilir. Bu süreç özünde en katı neoliberal politikaların uygulandığı ve bunun sonucu olarak işçi sınıfının da en güçlü olduğu kamu şirketlerinin özelleştirilmesiyle örgütlü işçi hareketini de tasfiye etti. Bu durum sınıf politikalarından kimlik politikalarına bir kaymayı da beraberinde getirdi.

Dolayısıyla yeni kentsel mekânlar, ekonomik dönüşüm, yeni liberal politikalar, kentlerin medya ve büyük sermayenin yoğunlaştığı ve dolayısıyla dikey mimarinin kentlerin estetik ve tarihî görünümünden uzaklaştırarak kaotik görünümü her alanda görünür oldu. Türkiye’de kutsanan taşra ve taşranın değerleri ile küresel sermayenin yayılımı karşısında kentler taşralaştı ve kentlerde çok farklı merkezler oluşurken merkez-çevre karşıtlığında kentlerin klasik tanımı da anlamını yitirmeye başladı. Ve kentler içinde yaşamakta olan toplumun yaşam pratikleri, üretim biçimleri, kültürel yaşamı, inanç ve ritüelleri de heterojen bir yapıda filmlere yansıdı. Çok sayıda olmamakla birlikte filmlerde bir yandan sınıfsal, eğitsel, kültürel farklılıklar bağlamında kentli kadın, iş ve çekirdek aile sorunları, bunalımları, çıkışları ya da çıkış arayışlarına dair temalar işlenirken, öte yanda kente göçle gelmiş farklı göçmen deneyimlerinden insanların, memleketlerinden kopuş sancıları, sosyoekonomik olanakları kadınların geleneksel ataerkil ailenin dayattığı roller bağlamında yeni ortamda yaşadığı uyum sorunları, cinsiyet rolleri gibi konular daha karmaşık ve zorlu yaşam deneyimleri olarak öne çıktı. Büyük kentlerde mekânlar arasındaki sınır ortadan kayboldu; bir yandan küresel sembol ve deneyimler diğer yandan taşra deneyimlerinin biçimlendirdiği kentler ve kentlilerin sorunları da; sosyal devletin giderek altının oyulduğu, işsizlik, kültürel alanların tüm kenti kapsamaması, sınıfsal farklılıklar, toplumsal kırılmalar, etnik, dinsel sorunlar, yabancılaşma, toplumsal gettolaşma ve cemaatleşme, kimlik bunalımı, kimlik arayışları, eğitimli genç işsizlerin gelecek perspektiflerinin giderek daralması, iş güvencesinin ortadan kalkması, modernlik ve geleneksellik arasında gidip gelen gerilimli yaşamlar, ötekilik, göçmenler ve kentin küresel deneyimlerini yaşayan zengin kentliler ile taşra deneyimlerini sürdüren yoksulların karşılaşmaları ve farklılıklarına odaklanan filmler yanında taşraya dönen kentlilerin taşranın katı ve boğucu yaşamı karşısında hayal kırıklıkları filmlerin konusu oldu. Sonuç olarak filmlerde karakterlerin toplumsal kimlikleri, kurumsal yapılar, davranış ve ilişki kalıplarının nasıl vurgulandığı, toplumsal gerçekliğin temsili ve yeniden inşası bağlamında önemli. Türkiye’de özellikle 2010’lu yıllardan günümüze çekilen filmlere bakıldığında her yıl yüzlerce filmin çekildiği ve bu filmlerin sinemalarda gösteri olanağı bulanlarının ise ağırlıklı olarak komedi, korku, milliyetçi ve melodram türlerinde olduğu görülüyor. Günümüzde siyasal, kültürel, ekonomik değişim ve dönüşümlerin bireyler ve toplum üzerindeki radikal etkilerini sorunsallaştıran az sayıda filmler çekiliyor ve bu filmlerin daha çok festivaller ve alternatif dijital platformlarda izlenme olanakları düşünüldüğünde belki de şu soruyu sormak gerekiyor. Türkiye’de komedi, korku, bilimkurgu, gerilim türlerinde çekilen filmlerin teması neden bu kadar daraltılmış ve güncel sorunlara uzak duruyor? Bir dönem kentler taşra için yeni bir iş, ekonomik güç, taşranın dayattığı kural ve normlardan kaçış, bağımsız ve özgür kendine bir hayat kurma temelinde bir alternatif oluştururken bugün kentten taşraya kaçış sürecinde sadece modern hayatın sıkışmış, boğulmuş bireylerinin çocukluklarının güvenli nostaljik arayışlarının bir merkezi olarak mı önem taşıyor? Ya da taşraya sorunlu ya da nostaljik bakışın ötesinde filmlerde giderek taşra ve kentin iç içe geçtiği günümüzde kentlilerinin, işsizlerin, eğitimlerini tamamlamış binlerce gencin geleceğe yönelik ekonomik, siyasal arayışlarının, perspektiflerinin olmaması, yaşlılar, tek başına çocuklarıyla yaşam mücadelesi veren kadınlar, giderek her an işlerini kaybetme tehlikesiyle yaşayanlar, iş alanında örgütlenmenin zorlu koşulları ve hak aramanın giderek sorun haline getirildiği günümüz dünyasında günü kurtarmaya çalışan hizmet sektöründen, sağlık, eğitim ve yasal haklara kadar uzanan geniş bir yelpazede asgari ücretle haftanın 6 günü, iş saati dışında da sürekli iletişim araçları aracılığı ile çalıştırılan, günümüz modern kölelerini yaratan sistemi, bu sistem içinde yaşam mücadelesi veren prekaryaların yaşam koşulları neden sinemamızda daha fazla yer bulamıyor. Kentin yeni yoksulları, yeni zenginleri, özel ve kamu eğitim kurumlarında yetişen çocuklar, eğitimden, sağlıktan, yaşlılık bakımına kadar en önemli kurumların kontrolsüzce özelleştiği “gerçeğin ortaya çıkana kadar yalanın dünyayı katettiği” günümüz medya dünyasının bireylerin yaşamına etkileri, toplumsal değişme, çevre katliamı, değişen kent siluetleri, kent çeperleri ve göçmenlerin hikâyeleri, farklı cinsel kimliklerin varolan yersiz yurtsuzluklarına, giderek tıkanan kaçış çizgilerine ilişkin günümüzde bireylerin yaşadığı duygusal gelgitler, geleceğe ilişkin kaygılar, günlük yaşamla baş etme mücadeleleri bugünün sorunları değil mi?