AKP iktidarının son seçimle elde ettiği gücü, baskı ve sömürüyü artırmak için kullanacağı çok açık

Yenilgi nerede aranmalı?

MUSTAFA KEMAL COŞKUN*

Seçimler biter bitmez kimi sosyalistlerde hem bir şaşkınlık hem de bir yenilmişlik duygusu baş gösterdi. Bu durum normal gibi görünmekle birlikte pek gerçekçi değil. Sanki bir önceki seçimde yüzde 20’lerde oy alırken son seçimde yüzde 49 oy alarak ilk kez tek başına iktidar olmuş bir parti var karşımızda ve sosyalistler de ona karşı yenilmiş! Bundan daha da önemlisi, sanki eşit koşullarda ve liberal seçim sisteminin bütün kurallarına uyularak gerçek bir seçim yapılmış da bunun karşısında Kürt hareketi ve sosyalistler gerilemiş, dolayısıyla yenilmiş gibi bir duygu. Sanki sosyalistler her seçimde neredeyse oyların 4’de 1’rini alıyormuş da bu sefer epey bir düşürmüşler gibi, bir şaşkınlık var ortada. Oysa Marksizm’in diğer siyasal perspektifler karşısındaki en büyük gücü, geleceği çok daha isabetli biçimde görebilmesinden gelir. Her seçim karşısında bu derece şaşkınlığa ve yenilmişlik duygusuna kapılmak, olsa olsa dünyayı ve ülkeyi Marksist bir yöntemle kavrayamamaktan kaynaklanıyor olmalı.

Bütün bunlar sosyalistlerin bir özeleştiri yapması gerekmediği anlamına gelmez elbette. Ancak sadece son seçim sonuçlarından yola çıkarak bunu bir yenilgi olarak yorumlayıp oradan bir özeleştiriye girişmek hem anlamsız hem de yanıltıcı, üstelik ortada aslında gerçek bir seçim bile yokken… Sanırım yenilgi seçim sonuçlarında değil, başka yerlerde. Nitekim, sadece AKP iktidarı döneminde çıkarılan emek düşmanı yasalardan kaç tanesini engelleyebilmiştir sosyalistler örneğin? Ya da hangi özelleştirmeyi engellemiştir sosyalistler? Asıl yenilgi bu değil midir? Daha doğrusu, asıl yanıtını aramamız gereken soru bu değil midir? Miting meydanlarında ve yürüyüşlerde daha fazla bağıranın, daha çok sesi çıkanın, bayrağını herkesten daha fazla yukarıya kaldıranın, sendikalar dahil olmak üzere bütün diğer örgütlerin önünde yürümeyi marifet sayanın, olmadı polisle daha çok çatışanın daha devrimci sayıldığı, kimsenin birbirinin yazdığını okumadığı, birbiriyle polemik yapmaya asla girişmediği, bunlara karşılık birçok sosyalist örgütün işçi sınıfını örgütlemeyi bırakalım buna yönelik herhangi bir pratiğe bile girişmediği ya da girişemediği, birçoğunun işçi sınıfının örgütleriyle tek bir organik bağının olmadığı bir ortamda, Soma’daki, Ermenek’teki maden işçilerinin, daha kısa süre evvel etkili bir grev gerçekleştirmiş metal işçilerinin oy verdikleri sandıklardan iktidar partisine daha fazla oy çıkmasına şaşırmanın alemi var mı? Birbirimizle yarışmayı bırakıp sınıfı örgütlemeye yönelik bir pratiğe girişmezsek çıkacak sonuç bundan başkası değildir. Engels’in vurguladığı gibi, sosyalistler, “toplamda işçilerden öğrenecekleri şeylerin, işçilerin onlardan öğreneceklerinden çok daha fazla olduğunu anlamalılar”.

Bu noktadan sonra AKP iktidarının son seçimle elde ettiği gücü, baskı ve sömürüyü artırmak için kullanacağı çok açık. Çok yakında önümüze gelecek “yeni anayasa” meselesi sosyalistlerin neyi ne kadar yapabildiğini de ortaya koyacak gibi görünüyor.

Bunun nasıl olacağına bakalım. AKP, iktidar olduğundan beri “gayri nizami” bir kapitalizmin baş temsilcisidir. Zira bir taraftan küçük ve orta boy taşra sermayesinin önünü açacak politikalar üretirken, diğer taraftan sendikal örgütlenme, toplu pazarlık ve grev hakkı konularında askeri darbeden sonraki dönemde bile hayal edilemeyen yasaklar getirme marifeti AKP’ye aittir. Emeğin her türlüsünü sermayenin kölesi haline getirmek için olmadık kılıflarla olmadık yollara başvuran yine bu iktidardır: Ne zaman emek karşıtı bir yasa çıkarsa buna “reform” demektedir. Üstelik bütün bunlar, iktidar zaten olağanüstü esneklikte bir ahlak anlayışına sahip olduğundan, kapalı kapılar ardında yapılan pazarlıklarla, rüşvetle, tehditle, yalanla, şantajla vb. türden “nizami olmayan” yollarla yapılmıştır. Bütün bunlar, gece yarısı, karanlıkta ve dolambaçlı yollardan, birbirine benzemeyen her meseleyi tek bir torbaya doldurarak kaçak ve kaçamak biçimde yapılmıştır ki, halk yapılanı reform zannetsin.

Bu çerçevede 1 Kasım seçimlerinin hemen ertesi günü yapılan tartışmanın “yeni anayasa” üzerine başlaması asla tesadüf değildir. Geniş toplum kesimlerine “reform” diye yutturulmaya çalışılacak bu yeni anayasada neler olacağı çok açık: Esnek zamanlı ve güvencesiz, evden ve uzaktan çalışmanın yasal zeminine oturtulması, geçici işçiliğin yaygınlaştırılması, kamu çalışanlarının iş güvencesinin ortadan kaldırılması, performans sisteminin yaygınlaştırılması vb. türden birçok emek karşıtı madde. Dolayısıyla yeni anayasa, genel olarak ülkenin ekonomik, siyasal ve kültürel açıdan dünyadaki küresel neoliberal sisteme uyarlanma sürecinin hukuksal yapısını oluşturmayı hedefliyor. 12 Eylül darbesinin altında yatan en temel mantık da ülkeyi Reagan ve Thatcher tarafından başlatılan neoliberal sermaye birikim sürecine hazırlamak olduğuna göre, yeni bir anayasanın da hedefledikleri açısından bu darbeden farklı olacağını düşünmek yanlış olur. Bu anlamda “demokratikleşme ve özgürleşme” değildir asıl hedef. Ya da şöyle söyleyelim: Dünya sistemiyle bütünleşmenin verdiği ve egemen sınıfların çıkarlarına denk düştüğü ölçüde “demokratikleşme ve özgürleşme” gerçekleşebilir ancak. Zira daha önce sıkça söylendiği gibi, anayasalar boşlukta yapılamazlar, hem ülkenin hem de dünyanın ekonomik ve siyasal ihtiyaçlarını yansıtır, hatta onu meşrulaştırırlar. Öyleyse yeni bir anayasayı sınıf mücadeleleri dışında düşünmek ve tartışmak anlamsız olur: Egemen sınıflar, kendi çıkarlarının meşrulaştırıldığı yeni bir anayasa istiyorlar ve bu, ya karşıt sınıflar arası kurulacak bir ittifakı ya da kimi sınıfların bu denklemden bütünüyle çıkarılmasını gerektirir. Yeni anayasa işçi ve emekçilerin ihtiyaç ve taleplerinden kaynaklanmıyor sonuçta. Dolayısıyla yeni bir anayasanın temel ruhu ve mantığı her şeyi piyasaya bırakarak yeni bir sermaye birikim sürecinin yaygınlaşmasını sağlamaktan başka bir şey değildir. Yani yeni anayasa, gayri nizami kapitalizmi güvence altına alacaktır. Elbette ki anayasaya koyacakları sözüm ona birkaç “demokratik” maddeye “hayır” dememek için anayasanın bütününe birden “yetmez ama evet” diyecek öngörü fakiri “solcular” da çıkacaktır kuşkusuz.

Böyle bir anayasayı yapabilmek için, iktidarın toplumun geniş kesimlerinin rızasını alması gerekecektir. Ama böyle bir anayasayı engelleyebilmenin yegâne yolu da; geniş emekçi sınıfları, işçi sınıfını örgütlemekten ve onun sınıf örgütleriyle organik ilişkilerini geliştirmekten başka bir şey değildir. Bu çerçevede, oturup seçim sonuçlarına hayıflanmaktansa, ileriki günlerde karşımıza çıkacak bu türden saldırılara karşı işçi ve emekçilerle birlikte nasıl hareket edileceğini düşünmek zamanı geldi de geçiyor bile. İşte tam da o zaman geldiğinde kimin yenilip kimin yenilmediği tam ve berrak bir biçimde açığa çıkacaktır. Öyleyse, yenilmemek için haydi bakalım!

*Doç. Dr. Ankara Üniversitesi, DTCF Sosyoloji