Yıkıcılığın en temel alanıdır sömürgecilik. Öyle değil mi? Toplumsal travmalar, çatışmalar, sürgün edilişler, yok edilişler, yağmalar ve savaşlar; toplulukların bir arada yaşarken kimin daha güçlü olduğunu sorguladığımız, kimlere neden saldırıldığını anlamaya çalıştığımız, neye karşı neyi savunduğumuzu idrak edemediğimiz olaylar zinciri değil midir?

Yerleşik düşmanından nefret etme öğretisi

Tuğba Kurt Ulucan - Uzman Psikolojik Danışman

Bir toplumun yerleşik düşmanından nefret etme öğretisinin tohumları, bir bebeğin doğduğu andan itibaren ebeveynleriyle ve içinde bulunduğu toplumla özdeşleşmesi sürecinde atılır. Bu öğreti, yıkıcı ve kötücül önyargıyı ussallaştıran, meşru kılan ve hakikati saptıran özelliktedir. Aynı zamanda mezo sistemden başlayarak mikro sisteme ulaşmış, kuşaklararası işlenmiş ve içinden çıkılamaz hale gelmiş bir öğretidir de. Bu nedenle insanlar bu öğretiden hem nasibini alır hem de kolay kolay vazgeçemezler. Sanki hayatta kalmak için sadece “nefret etmeye” ihtiyaçları varmış gibi davranırlar. Çoğu zaman da bu öğretinin oluşturduğu ruhsallıklarıyla yüzleşmek, çarpışmak ve yakınlaşmak istemezler. Çünkü onlar için öğretinin gerçekliğine kapılmış olan taraflarını sorgulayacak zemine gelmek kolay değildir. 

Günümüzde ise umut verici bir şekilde ruhsallıklarının bu tarafıyla ilgilenen, sorgulayan azınlıkta bir kesim var. Ancak onları da bu sorgulamayı yapamayan/yapmayan insanlar linç ediyor. Linç kültürü de zaten nefreti temsil ediyor ve nefrete hizmet ediyor. Böylece de ne yazık ki insanların nefretlerinin ardındaki inkârlarıyla dolu inançlarına dokunmadan yüzyıllar geçmeye devam ediyor ve dünya üstündeki acılar bugün de dinmiyor.  

Savaşlar da hâlâ devam ediyor. Ki savaşlar, devam edebilsin diye yerleşik düşmanından nefret etme öğretisi devamlı pekiştiriliyor. Barışmamak ve uzlaşmamak için toplumun, eğitimin, tarihin etkileşimli güçlerinin toplamı kötü huylu bir önyargıyla içimizde geliştiriliyor. Önyargının dinamiklerine inmek, anlamak, anlamlandırmak da erişimi sınırlı bir durum halinde başka bir mesele olarak içimizde duruyor. Çoğu kez “kurtuldum bu kötü huylu nefret önyargısından” desek de pek beceremediğimiz bir konu olduğu kesin. Çünkü Freud’un da ifade ettiği gibi “ebeveynlerimiz, belirli bir topluluğun temsilcileri olduğundan, bizim de belirli bir topluluğun üyesi olmamıza yol açarlar” (Freud,1939). Bu üyeliği de önyargının gelişimi odağından, “yerleşik düşmanından nefret et” olarak benliğimize işleyedururlar. Böylece de ebeveynlerin ve toplumun bu kötü huylu önyargılarını devam ettiren düşmanca taraflarımız oluşur, tüm bunlar söylemimize ve eylemimize yansır. Halbuki savaşanların ve nefret edenler de savaşın içindeki değerlerin karşıtı figürlerle karşılaşabilse bir şeyler değişebilir dönüşebilir. Ama o kısımda da sömürgeciliğin karanlık suretiyle karşılaşırız.  

Yıkıcılığın en temel alanıdır sömürgecilik. Öyle değil mi? Toplumsal travmalar, çatışmalar, sürgün edilişler, yok edilişler, yağmalar ve savaşlar; toplulukların bir arada yaşarken kimin daha güçlü olduğunu sorguladığımız, kimlere neden saldırıldığını anlamaya çalıştığımız, neye karşı neyi savunduğumuzu idrak edemediğimiz olaylar zinciri değil midir? Topluluklar tüm bu yıkıcı olayları neden gerçekleştirir? Cevap hazır, kötüleyebilecekleri bir topluluğu bulup onu parçalayıp, sömürmek ve bunun üzerinden kendilerini güçlü hissetmek için gerçekleştirirler bu yıkıcılığı. Güçlü hissetmek, alt etmek yetmez bir de yok edip sömürdükleri topluluğun her şeyini ellerinden alırlar çünkü sınırsız bir biçimde her şeyi elde etme arzusu içindedirler. Daha fazla toprak, daha fazla yiyecek, daha fazla maden ve buna benzer şeyler… Sonra da tüm bu elde etmeyi istedikleri ve doyurulmaz dürtüleri için bahaneler yaratıp, bu travmalar zincirini milli, dinsel ve kutsal bir şey uğruna yaptıklarını da herkese ilan edip yarattıkları gerçekliğe inandırmaya çalışırlar. Çünkü yıkıcı ve saldırgan eylemlerini ancak böyle meşru kılacaklarını düşünürler.  

Yani “başka” bir topluluk olarak geçmişte Yahudileri kötüleme, ötekileştirme, yok etme eylemleri nasıl oluştuysa; bugün de aynı dinamik Filistinlileri ötekileştirme, kötüleme, yok etme olarak devam etmektedir. Yahudiler de geçmişlerindeki tüm bu ötekileştirme, güçsüzleştirme duygularını kendilerini yüceltmek için Filistinlilere yöneltiyor olabilirler mi?  

Muhtemelen. Freud’un da bu görüşleri destekleyen bir düşüncesi vardır; Freud “ötekini yok etmeye dayalı eylemler bütünü olan savaşın amacını karşı tarafı güç iddiasından vazgeçmeye zorlamak” olduğunu belirtir (Freud, 2015). Yani ötekinin gücünü yok ederek ona güç uygulayarak onu sömürebilmenin arzusundan bahseder. Bu arzu içinde olan sömürgeci topluluklar da biyolojik, psikolojik ve dinsel katliam gerçekleştirebilirler. Ve bu sömürü gördüğümüz üzere ne yazık ki günümüzde çeşitli şekillerde devletlerarası klikler oluşturularak modern saldırma yöntemleriyle devam ediyor.  

Halbuki hakiki bir uygarlaşma için saldırmadan, öldürmeden uzlaşılabilmeye yarayacak bir düzenek hayal etmeye ne kadar çok ihtiyacımız var. Ve azınlıkta olsa buna gayret eden insanlar nereli ve ne olduklarından bağımsız bu yeryüzünde var, biliyorum. Bu hayalî gibi görünen öldürmeden uzlaşma düzeneği için de bu meselelerin daha da çok konuşulmasını ve içimizdeki şiddetin ehlileştirilmesini diliyorum… Farkındayım toplulukların nefret söylemi aynı şekilde hatta daha da genişleyerek devam ediyor. Ama umut etmeye devam ediyorum ve umudun eylemselliğine inanıyorum… 

Kaynakça: 

Freud, S. (1939), An outline of psycho-analysis. Standard Edition 23: 211-253. London: Hogarth Press, 1940. 

Freud, S. (2015). “Neden Savaş?”, Uygarlık, Toplum ve Din içinde (E. Kapkın, çev. s. 315-336). İstanbul: Payel Yayınevi. 

Psikesinema dergisi 42.ve 41. sayılarındaki yazılarımı kapsamaktadır.