Yıkım günü geldiğinde yine barikatlar kurulmuş, ateşler yanmıştı. Ekipler geçen sefer yıkımı yarım kalan Balici Baba türbesinin önüne geldiler

Yıkıla yıkıla

KEMAL CAN KAYAR / kemalkyr@gmail.com

Hakkında pek çok korkunç efsane anlatılan İstanbul’un arkalarındaki bir gölün kenarına evimizi kurmuştuk. Bizden başka buraya yerleşen çok aile vardı. Erkekler geceleri tuğla dizerken rüzgârdan uçmamak için ceplerine taş doldurarak çalışırdı. Yaşayacak bir evinin olmasını hak eden insanlardık. Bu yüzden ne yıkımdan, ne göldeki ucubeden korkmuyorduk. Evi bir yatırım değil yatılacak yer olarak görüyorduk. Zaten Peygamber’e göre inşaat sevaba girilmeyecek tek eylemdi. Ama o bununla bizi değil evimizi yıkarak zengin olma hayalindeki müteahhitleri kastetmişti.

İlk geldiğimizde yaşadığımız yerde elektrik ve su yoktu. Çamaşırlarımızı yukarda akan Acı Dere’de yıkardık. Yol olarak daha önce çobanların çizdiği keçi patikaları biraz daha genişletilerek kullanılmaktaydı. Erkekler her sabah kafileler şeklinde ana yola kadar bu patikalardan yürür, daha sonra karşı tepede kurulu olan lastik fabrikasının servisi bunları toplardı.

Zaman geçtikçe lastik fabrikasının yanına başka fabrikalar da açılmaya başladı. Boya fabrikası, Cam Fabrikası, Tel Fabrikası… Fabrikalar bir bir kurulurken gecekonduların sayıları ve yükseklikleri de artmaya başladı. Çamaşırlarımızı yıkadığımız Acı Dere her gün farklı renklerde akıyordu. Çoğu kişi bunu Cenab-ı Hakk’ın bir lütfu olarak gördü. Sakat çocuklarını o suların içinde yıkayanlar bile oldu. Derenin foyası, çocuklar bir bir hastalandıktan sonra gazeteciler bizim mahalleye gelince ortaya çıktı. Gelen gazeteciler mahallenin ismini sorduklarında o zamana kadar mahallemize bir isim koymadığımızı fark ettik. Ertesi gün gazetelerdeki ZEHİRLİ DERE CAN ALDI-3 ÇOCUK ÖLDÜ yazısını görünce, mahallemize Zehirdere ismini koyduk .

Zehirli dere, haberlerden bir sene sonra ıslah edildi. Yerine yol yapıldı. Yolun ismini Dereyolu Caddesi koydular. Dereyolu’nda açılan kahvelerde uyuşturucu satılmaya başlandı. Yani dere mahalleyi zehirlemeye devam etti. Yeni doğan çocuklar gölden korkmuyordu. Gölün kenarında tek başlarına sızıp ölüyor, ölülerinin üzerine kar yağıyordu.

Mahalle kısa sürede o kadar çok büyüdü ki bir sokak aşağıda oturanı tanımaz olduk. Ama bütün gariban semtlerde olduğu gibi bizi hayata bağlayan yegâne şey yine kendi mahallemiz, dostlarımız, komşularımızdı. Düzenli olarak mahalleye yıkım ekipleri geliyordu. Birbirini tanımaz olan mahalleli her yıkımda bir araya geliyor, barikatların başında çay demliyordu. Fakat bir yıkım günü çok acı bir olay yaşandı. Evi barkı olmayan, mahallenin Balici Ceyhun ismini taktığı bir genç, yıkım sırasında çıktığı iki katlı gecekondunun çatısında kendini yaktı. Ceyhun’un yanmış bedeni herkesi derinden etkiledi. Yıkım ekipleri de yıkımı yarıda kesip mahalleyi terk ettiler. Kısa süre sonra mahalleli Ceyhun’un öldüğü evi türbe haline getirdi. Evlenmek üzere olan gençler, yıkılmayacak bir evleri olması için Balici Baba türbesine gelip kiremit dizdiler. Balici Baba yıkımlara karşı bir sembol olmuştu.

Bir yaz akşamı mahalle büyük ve son yıkım söylentisiyle çalkalanıyordu. İstanbul’un büyüyüp gelişmesiyle arsa fiyatları tavan yapmış, buna bağlı olarak belediye başkanı artık kaçak yapılara kesinlikle müsaade edilmeyeceğini, bunun son yıkım olduğunu ve sorunun çözüleceğini söylüyordu. Ayrıca kentsel dönüşüm Zehirdere’deki uyuşturucu sorununun da kesin çözümü olacaktı. Bu yıkım bizim için de artık son şanstı. Taşla, sopayla yıkıma bir yere kadar karşı koyabiliyorduk. Bize başka bir inanç lazımdı.

Yıkım günü geldiğinde yine barikatlar kurulmuş, ateşler yanmıştı. Ekipler geçen sefer yıkımı yarım kalan Balici Baba türbesinin önüne geldiler. O sırada diğer mahallelere de haber uçurulmuştu: “Bu sefer bütün evleri yıkmaya kararlılar. Balici Baba’nın türbesini bile yıkacakmış Allahsızlar.” Mahallede kendi nüfusunun iki katı insan vardı. Polisin sayısı da her zamankinin iki katıydı. Bir hacı nine, polis ve zabıtanın önüne geçip: “Yapmayın evladım bu yıkmaya çalıştığınız çok mübarek bir zatın türbesidir. Türbe yıkılır mı, hepimiz için sonu çok kötü olur valla,” dedi. Tabii zengin müteahhitlerin baskısıyla deliye dönmüş Belediye Başkanı bizzat emir verdi: “Baliciden türbe mi olur! Yıkın lan şu evi!”

Halk engellemeye çalışsa da copla, suyla dağıtıldılar. Evin önü boşalmıştı. Fakat ekipler tam yıkıma başladığı anda mucizevi bir olay gerçekleşti. Etrafında yaşayan bütün insanların korkarak saygı duyduğu Göl birden çağlayarak kabarmaya başladı. Korkunç uğultu, yıkımı izleyen mahallelinin arasında ilahi bir ses gibi dolaştı. Herkes taş kesilmişti. O sırada evin önünde duran teyze: “Euzu Billahi Mineşşeytanirracim… İşte görüyorsunuz, Balici Baba’nın mucizesi. Allah’ın hikmeti koskoca gölü ne hale getirdi. Allah bile yıkıma karşıyken, siz…” O sırada sanki bütün insanlar kıyama kalkmış gibi çılgınca polislerin üzerine yürümeye başladılar. Dozer operatörlerinin yüzünden bunu yapmak istemedikleri okunuyordu. Polisler de yaşananlardan korkmuş götün götün geri çekiliyordu. Hz. Musa da Kızıldeniz’i ikiye böldüğünde herhalde böyle bir sahne yaşanmıştı. Firavun’un ordusu korkarak geri çekiliyordu. Her şey saniyeler içinde oldu, en son belediye başkanının da arabasına bindiği gördüm. Zafer bizimdi.

Zehirdere’ye bir daha yıkım ekipleri hiç gelmedi. Hırsız Mami’nin fabrikadan yürüttüğü bir tır dolusu donmuş karbondioksitle eski ODTÜ’lü kimyacı Ali Abi’nin hazırladığı dümen tutmuştu. Ama yıkımı yarıda kestiren gölü kabartan mucizeye olan inanç değildi. Polisler de halk da evin-ocağın kutsal olduğuna inanıyordu. İnsan evi için her şeyi yapabiliyorsa, Allah da yapabilirdi.