Çukurova'nın bir köyünden çıkıp gelmiş bir ırgat çocuğunun, besili balkon bebelerinin taştan kalelerini yıkmasına, beyazların ayrıcalıklı alanlarında muazzam başarılar elde etmesine tahammül edemiyorlar.

Yılmaz Güney'e neden saldırıyorlar?
FOTOĞRAF: Depophotos

CAN SERHAT HALİS

Tüm Ortaçağ toplum nazarında öcüleştirilen kişilerin, diri diri yakılmasıyla çalkalandı. Bu elbette engizisyona boyun eğmiş halkın gönüllü iştirakiyle mümkündü. Toplumsal bir çıldırmışlık hali tüm Avrupa’yı sarmıştı. Evleri basıp insanları öldürmek, “cadıları” kasaba meydanlarında yakmak; küçük bir kışkırtmaya ya da birkaç ay süren bir dedikodu furyasına bakıyordu. Çünkü dönemin egemen düşüncesi, insanları buna yönlendiren bir atmosfer doğurmuştu.

Bu atmosferde soluyan toplum, her nefesle birlikte biraz daha hipnotize oluyor, gerçeklikle bağı kopuyordu. Hipnotize kişinin genel eğilime uyması, kendisini bu akıntıya bırakması ise kaçınılmazdı.

Benzer bir hipnozlanma ve davranış örüntüsü günümüz için de geçerli. Zira her çağın egemen düşüncesi, o çağın insanına kendi doğrularını dayatan bir mengene görevi görüyor. Günümüz insanı da bu mengenenin kıskaçları arasında şekilleniyor. Bugünün insanı, hipnoz haliyle, gözbebeklerinin içinde spiral girdaplarla yularını çekenin istediği yöne saldırttığı bir çizgi film karakteri adeta.

Günümüzde insanı özgür iradesinden bile soyutlayan bir kültürel dayatma, daha doğru bir ifadeyle kültürel akıntı var. Bu akıntının debisine kapılmış herhangi bir birey -yönünü kendi tayin ettiğini düşünse de- akıntının onu sürüklediği yere gidiyor. Bireyin bunun aksini iddia etmesi, ne yazık ki akıntı boyunca sürüklendiği gerçeğini değiştirmiyor.

AKINTIDA SÜRÜKLENEN BİREY

Burada Adorno’nun kavramsallaştırmasıyla söyleyecek olursak, “kültür endüstrisi”; kültürel, sosyal ve hatta politik hemen her fenomeni birer meta haline getiriyor. Bu dünyada, alınır satılır bir değere sahip olmayan hemen her duygu, düşünce, kişi; değersiz ve tu kaka ilan ediliyor. Sıradan birey de bu referansa göre kendi yargılarını oluşturuyor.

Ancak burada kültür endüstrisinin esaslı işlevi, politik olarak egemen düşüncenin karşısına konumlanmış hemen her olguyu, kendisi olmaktan çıkarması olarak beliriyor. Bunu yaptığı oranda da, egemen düşünce karşısına konumlanmış her bir eser, kişi, olay ve düşünce; bir anda etkisiz ve zararsız bir kültürel şekerlemeye dönüyor.

Bu kuşkusuz “popüler kültür” ayağıyla hayata geçiyor. Burada artık devrimci herhangi bir fikir ya da kişi bile (örneğin Che) karizmatik bir popüler kültür ürününe çevrilir. Metalaştırılan bu mefhum, gerçek içeriğinden soyutlanır, anlamsız bir popüler figür haline gelir. Sistem, dışındakini içine alıp şirinleştirir ve yumuşatıcıdan geçirerek kullanılır meta haline getirir.

Kültür endüstrisinin “şirinleştirme” dışındaki bir diğer mahareti ise, çeşitli kişi ve düşünceleri “öcüleştirme” olarak karşımıza çıkıyor. Karalama, itibarsızlaştırma ve öcüleştirme, hemen her iktidarın başvurduğu bir yöntem. Egemen düşünce, sıradan bireye çeşitli “şirinleştirilmiş” ve “öcüleştirilmiş” yemekler sunuyor ve bu yemeklerden tadan her birey, bu şirinleştirme ve öcüleştirme bandosunun bir üyesine dönüşüyor.

Marx’a atıfla söyleyecek olursak; her çağın hâkim düşüncesi, o çağın egemenlerince belirlenir. Bugün de, egemen doğruluk ölçütlerine göre kültür endüstrisi kişi, olay ve fikirleri ötekileştirip, öcüleştirebiliyor. Kapitalist propagandanın en sık başvurduğu yollardan biri bu. Kendi yarattığı yeni doğrulara göre, kişileri ve fikirleri yargılıyor ve hüküm veriyor. Sıradan insan ise bu kara propagandanın tesirinde kalıyor.

Cebimizdeki telefonlar, bilgisayarlar, sosyal medya platformları, filmler, gazeteler, kitaplar, youtube yayınları, tiktok videoları, podcastler, hükümet yalanları ve aklınıza gelebilecek daha pek çok namludan üzerimize ateşlenen çağın hâkim düşünceleri, sıradan bireyi bir anda çeşitli “öcü” karakterlere karşı öfke dolu bir tiplemeye çeviriyor.

ŞİRİNLEŞTİRME VE ÖCÜLEŞTİRME

Che, yaşamını yitirinceye kadar baş düşman ve bir öcüydü, şimdi ise popüler kültür figürüne dönüştürülmeye çalışılıyor. Benzer bir durum 90’lara kadar Mandela için de geçerliydi. Frida Kahlo, çoktan “şirin” bir popüler kültür metasına dönüştürüldü. Taliban ve Usame bin Ladin, Sovyetler’e karşı savaşta kahramanlardı, Sovyetler’in çözülmesinden sonra öcü ilan edildiler. Bugün Julian Assange’ın ya da Esad’ın öcüleştirilmesi, Esad’a karşı savaşan cihatçı örgütlerin şirinleştirilmesi olguları gün gibi ortada. Yakın zamanda öcüleştirilen Ruslar, tüm Avrupa’da akıl almaz saldırılara maruz kaldı, küçücük çocuklar Rus oldukları için okullara alınmadı.

Tarihte bu yazının sınırlı hacmi içerisinde hepsini belirtmenin mümkün olmayacağı kadar çok isim, egemen düşünce atmosferinde öcüleştirildi, bir o kadarı da şirinleştirildi. Bugün benzer bir öcüleştirilme propagandasının, sistemli ve yoğun biçimde Yılmaz Güney’e karşı yürütüldüğünü görüyoruz.

Sosyal medyadan duydukları abartılı hikâyeler ve birkaç şehir efsanesiyle bir anda aydınlanan, gerçeği keşfettiğini sanan yeni cahil birey, en keskin hükümlerle ortalıkta arzı endam ediyor. Dehşet bir küstahlıkla Yılmaz Güney’e saldırıyor.

YILMAZ GÜNEY GERÇEĞİ

Yılmaz Güney’in lümpenlikten gelip devrimciliğe evirilen bir gerçeği var. Bu gerçeği yok sayarak onu değerlendiremezsiniz. Bir bütünün sadece bir parçasını referans alarak, bütünün kendisini tanımlayamazsınız. Şayet bunu bilinçli olarak yapıyorsanız, hangi bütünü referans aldığınıza bakılarak, amacınızın ne olduğu anlaşılır.

Soru basittir: Madem bütünü tanımlarken onun sadece bir parçasını mercek altına alarak bu işi yapıyorsunuz; o halde neden Yılmaz Güney’in devrimci yıllarını değil de, lümpenlik evresini bu tanıma temel teşkil ediyorsunuz?

Biz burada bir kişiyi değerlendirirken, onun tüm tarihini ve etkisini dikkate alarak, anlamaya çalışacağız. Üstelik bireyi yaşadığı dönemin koşullarına ve dünyasına göre değerlendirmenin temel bir dayanak olduğunu da dillendirmeliyiz.

Güney, yoksulluğun ve içine doğduğu feodal geri dünya ilişkilerinin bir ürünü olarak hayata atıldı. O, geri kültürel kodların büyük tortularını sırtında taşıyarak taşradan kente geldi. Ancak onu kıymetli kılan şey tam da bu noktada açığa çıkan, geri düşünce ve davranışlardan sıyrılma çabasıdır. Marksizmle tanıştıkça sırtındaki geri ve lümpen tortulardan kurtulmuş, büyük bir aydınlanma yaşamıştır.

Kendisi geçmişinin ve hatalarla dolu gençliğinin güçlü bir özeleştirisini vermiş, özellikle Türkiye sinemasına kazandırdığı “Arkadaş”la başlayan ve “Sürü”, “Yol” ve “Duvar”la zirveye oturan son filmleri ile hem gündelik ilişkilerinde hem de sanat anlayışında Marksist ileri düşüncelerin esaslı yer edindiğini kanıtlamıştır.

Kimse anasının karnından demokrat, ilerici, Marksist, feminist ya da vegan olarak doğmuyor. Her birey kişisel gelişimine ve içine doğduğu dünyanın yönlendirici etkilerine bağlı olarak zamanın bir anında dönüşüm yaşıyor. Bu dönüşümü yaşamış bireyleri değerlendirirken, onları değişim öncesi dönemlerinin icraatları ve düşünceleriyle sınırlamak, bu sınırın içine hapsederek tanımlamak ve yargılamak, oldukça ahmakça bir iş.

Hayatı statik, monoblok, değişmez olarak anlamlandırdığınızda; bireyi de bu kıstas üzerinden değerlendirirsiniz. Oysa evrende hiçbir şey değişmez değildir. İnsan ve fikirler dünyası da öyle. Değişim yaşamış insanları ısrarla değişim yaşamamış gibi göstermeye çalışmak, bilinçli bir kötü niyet değilse, kaçınılmaz bir alıklıktır.

Tüm yaptıkları iki ile çarpılsa, yine de Güney’in yaptıklarının yarısına bile erişemeyecek tiplerin, Güney’in hatırası üzerinde tepinme cesareti göstermesi, solun zayıflığından ve bu baskın liberal bulamaçtan gücünü alıyor. İşte bu bulamacın amacı, onu öcüleştirmek ve Yılmaz Güney’in temsil ettiği fikirler bütününü toplum nazarında itibarsızlaştırmaktır. Yılmaz Güney burada bir kişi değil, bir temsildir. Onun itibarsızlaşması, bir sonraki adımda Mahir’lerin, Deniz’lerin hedefe oturtulmasıyla sonlanacaktır. Saldırının esas nedeni budur.

Sanat ve insanlık tarihinde anlamlı hiçbir yere oturmayan Farah Zeynep Abdullah’ların, Fatih Altaylı’ların, faşist holiganların ve bilumum liberal çığırtkanın Yılmaz Güney’e saldırmasının bir nedeni daha var elbet: Çukurova'nın bir köyünden çıkıp gelmiş bir ırgat çocuğunun, besili balkon bebelerinin taştan kalelerini yıkmasına, beyazların ayrıcalıklı alanlarında muazzam başarılar elde etmesine tahammül edemiyorlar.