Özgür Ağaoğlu’nun ilk kitabı Yine, soluk soluğa akan olay örgüsü, kara mizah dolu dili, metinlerarası göndermeleri ve ilginç tipler resmi geçidi ile öne çıkıyor.

“Yine” kaybedenler üzerine

Barış YILDIRIM

Kaybeden karakterler yalnız yeraltı edebiyatının değil sinemadan tiyatroya, dizilerden romanlara günümüz hikâye anlatma biçimlerinin tümünün gözdesi. Belli ki çağımız insanına kaybedenler çekici geliyor. Belki dünya savaşlarının, devrimlerin ve insanın insana ettiği onca zulmün ardından insanlık olarak pek kolay kazanamayacağımıza ikna olduk. Kişisel gelişim literatürü bize başarı ve kendinden memnuniyet kültünü pompalayadursun, sanatın ince baltası tüm bu putları birbiri ardınca deviriyor. Kapitalizm kazananları seviyor olabilir ama çoğumuza kaybettiriyor, “bu nasıl sevgi Allah’ım?”

Çağın ruhunun hikâye anlatımına yansımasına dair bu iddiaya karşı edebî tarih kartı masaya sürülebilir. Denebilir ki: “Drama” hep kaybedenleri sevmiştir; sözcüğün teknik anlamından sıyrılarak genel olarak “acı” anlamına gelmesi -drama’nın pathos’la eşleştirilmesi- edebi türlerin anlattığı hikâyelerin kahramanlarının çoğunun kaybeden olması yüzünden değil midir? Oidipus da Hamlet de Raskolnikov da kaybedenlerdendi.

Bir ölçüde doğrudur bu. Salt küçük bir azınlığa sınırlı bir mutluluk olanağı sunan sınıflı toplumların tarihi kapitalizmden çok önce başladığı için kaybedenlerin, birçok hikâyenin baş-kahramanlığı yarışını “kazananlar” olması doğal herhalde. Yine de 20. yüzyıl boyunca Sherlock Holmes’tan Yurttaş Kane’e kadar başarılarıyla meşhur karakterlerin öne çıktığını, Dr. House veya Behzat Ç. gibi dertli karakterlerin bile en az yaraları kadar kendi alanlarının virtüözite ve başarı timsalleri olmaları hasebiyle de sevildiklerini söylemek gerek. Zaten başarılı olmak “yarasız” olmak anlamına gelmiyor, yarası olmayan herhangi bir karakterin bize kendini inandırması ve sevdirmesi mümkün değil ki.

Özgür Ağaoğlu’nun bu ilkbahar Büyülüdağ’dan çıkan romanı Yine, kaybeden bir karakterin macerasını anlatıyor. Kendini boynuna astığı taş dolu bir alışveriş poşetiyle Sarıyer sularına atmaya hazırlanırken birden ortaya çıkan biri tarafından vurulan isimsiz müntehirin kendini vurarak hayattaki tek olası başarısını elinden alan adam veya adamları bir polisiye kurgusuyla aramasının öyküsünü okuyoruz. Neden kendini öldürmek istiyor dersek cevabı atalet. Kendisi söylüyor: “Neden, bütün bunlara sebep olan, sahip olduğum her delikten fışkırırcasına içime işleyen atalet! Bütün bu talihsizlikler ve başarısızlıklarla mücadele edebilirdim aslında; ben de diğer herkes gibi savaşabilirdim ama olmadı işte, çünkü ben diğer herkes gibi değilim. Bu güne kadar savaştığım tek şey kendimim ve sanırım kazandığım tek savaş da bu olacak.”

Kahramanımızın başından geçenler arasında seks-para-şiddet üçgeninde dönen, ataletten çok uzak, oldukça “başarılı” sahneler de var aslında. Hatta biraz düşününce kendisinin bu konuda bolca laf etmesine karşın, en azından kitapta gördüğümüz haliyle, zaferden zafere koşan biriyle karşı karşıya olduğumuzu görüyoruz. Neler yapmıyor ki? Güzel kadınların birini bırakıp diğerine gidiyor, kaynağı belirsiz bir parayla (kurgunun önemli parçalarından biri bu) gününü gün ediyor, insan kaçakçılığı çetelerini çökertiyor vb. Kendisi de farkında durumun: “Hem bıraksam güzel olan her şeyin kanıyla duş yapmaya niyetli bir mafya babasını gebertip, memelerini ancak ödül almasına kesin gözüyle bakılan bir festival filminde görebileceğim bir oyuncuyu seks kölem yaptım. Daha ne olsun? Hiçbir şey olmasa bile heyecanlıydı. Keyif almadığımı söyleyemem. Yine de pişman olmamam doğru olduğum anlamına gelmiyor.”

Kahraman kendi sözlerini yadsıyan tüm edimleri yine sözlerle yadsımaya çalışıyor ama “ben doğru değilim” gibi fazla genel teşhislerle bunu ne kadar başardığı şüpheli. Yine de asıl istediği kadınların onu istememesi, ailesinin ördüğü ilgisizlik ve umursamazlık duvarlarına kafasını çarpıp durması ve hayattaki tek başarısı olarak tasavvur ettiği intihar eylemini bir türlü gerçekleştirememesi kaybeden olduğuna dair iddiasının hepten de temelsiz olmadığını gösteriyor. Bu yüzden kendi çizdiği “atalet içindeki başarısız adam” resmine isteksizce de olsa ikna oluyoruz. Sonuçta kesif bir umutsuzluğun verdiği güçle başarıyor ne başarıyorsa. Bu yönüyle (ve başka birkaç açıdan daha) Kemal Sunal’ın canlandırdığı Mülayim (Korkusuz Korkak, Natuk Baytan, 1979) karakterine benziyor. Ölümü göze aldığı için, geçici bir süreliğine de olsa, özgürleşiyor.

Ağaoğlu’nun ilk kitabı Yine, tüm bu kılçıklarına rağmen soluk soluğa akan olay örgüsü, kara mizah dolu dili, metinlerarası göndermeleri ve ilginç tipler resmi geçidi ile öne çıkıyor. “Hem insan hem dükkân olarak” sevimsiz bakkallar, “bir yandan iyileştirirken bir yandan hasta eden” psikiyatrlar, namaz vaktine mi rakı masasına mı acele ettiği belli olmayan baba, oğlu ölümden dönmüşken “Saliha halanın romatizmaları”ndan laf açan anne, sahtekâr ama kehanetleri tutan trans kadın gibi birçok tip ilgimizi ayakta tutacak şekilde önümüzden geçiyor. Kahramanın bitik haline ve başından geçen olaylar zincirine her zaman ikna olmasak da delilik eşiğinin bir bu yanında bir öteki yanında, gerçek hayatla hayalleri ve kurguyu biteviye birbirine karıştıran, kaybeden yılların yüküyle patolojik bir hayat kazanmış -fakat bir isim bile kazanamamış- kahramanı da aynı ilgiyle izliyoruz. İnsana dair çok şey görmüyoruz belki ama bütün bu hengâme kahramanın ve yazarın hayata ve insana dair birçok şey söylemesine ortam hazırlıyor: Bunların arasında “Siz ne karar verirseniz verin bazı seçeneklerin hepsi yanlış ya da tümü doğrudur” gibi aforizmik ifadeler de var, “Ahlak ve şehvet aynı evi paylaşabilecek tipler değil bence. Çünkü kirasını günü gününe ödemesine rağmen evden atılan taraf hep ahlak oluyor” gibi alıntılanmaya müsait tespitler de.

Yarı-deli bir kaybeden karakterin öyküsü insana dair sınırlı şeyler söyleyebilir sonuçta. Bu tür insanlar istisna olamayacak kadar çoksa da olağan addedilemeyecek kadar azlar. Yaptıkları ve karşılaştıkları her şey deliliklerine atfedilebilir. Yazarın çizdiği yeraltı dünyası da kahramanın başından gelen absürt olayların eninde sonunda istisnai bir durum olarak görülmesini teşvik ve teyit ediyor. Kaybeden karakterler de eninde sonunda çağımızın birçok karakteri gibi süper-kahramanlardır. Herhangi bir özelliği son sınırına dek abartıp sınıra dayandığı yere kişisel hasletlerle aşılabilecek bir “kriptonit” koyduğumuz zaman bir süper-kahraman elde ederiz. Depresif duygudurum da neden hem sonuna dek abartılacak özelliklerden biri hem de süper gücün sınırını belirleyen kriptonit olmasın ki?