“Öncelikle sınıfsal bir durum. Belki yazarlığımın beslendiği çatışma, yoksulluğun bu insanlara dayattığı zorlukların görmezlikten gelinmesine karşı bir tavır da içeriyor. Bu konuda iddialı olmak istemem böyle bir tavrın ideolojik olduğunu da belirtmek isterim”

Yoksul insanların dünyasına daha yakınım

MEHMET ÖZÇATALOĞU

Son öykü kitabı ‘Katı Olmayan Şeyler’ geçen aylarda yayımlanan Nilüfer Altunkaya ile öykülerini, farklı türlerde yazma tutkusunu ve öyküde özgünlüğü nasıl yakaladığını konuştuk.

►Nilüfer Altunkaya adını duyduğumda öykü düşer hatırıma. Fakat özgeçmişinizde ödüller hep şiirden. Siz kendinizi nasıl tanımlıyorsunuz peki? Şair mi, öykücü mü ya da…

Merhaba, aslında şiir beni bırakmadı diyebilirim. Ben öyküye ağırlık vermeyi tercih ettim. Uzun zaman şiir yazmadım ya da yazamadım ama şiir bendeki akışını sürdürdü. Yaşadığım travmatik olaylar şiir yazmamı sağladı. Ve dergilerde son yayımlanan şiirlerim güzel karşılandı. Bu da benim şiire yaklaşımımı cesaretlendirdi diyebilirim. Ben her edebi türde eser vermek gerektiğini, bunun için çabalamak gerektiğini düşünüyorum. Bu yüzden inceleme ve tanıtım yazılarına devam ediyorum, fırsat buldukça söyleşiler yapıyorum. Hepsi ayrı bir zenginlik bence.


►’Sen Buralarda Yokken’ 2017 yılında yayımlanmış. ‘Katı Olmayan Şeyler’ ise 2021’de. Aradaki dört yıl uzun bir boşluk sanki. Yazı ile mesafe mi koydunuz, öyküler uzun uzun mu demlendi, neler oldu dört yılda?

Aslında araya hayat girdi. Yazmaya dair disiplinli bir tempo yakalamışken yoğun çalışma koşulları, annelik ve hayatın üst üste getirdiği diğer zorluklar nedeniyle yazmak için yeterli zamanı ve enerjiyi bulamadım. Bir de ben zaten çok düşünerek, yeninin peşinde koşarak, farklı türlerde okumalar yaparak yazabiliyorum. Bu yüzden kolay üretebilen bir yazar değilim aslında. ‘Katı Olmayan Şeyler’ gerçekten çok içime sinen öykülerden oluştu. Elbette öyküler çok değişip dönüştü. Mesela kitaptaki hali oldukça kısa olan öykülerin bazılarını uzun öykü olarak yazmıştım. Kısaca öyküleri en saf haline getirmek için çabaladım. Birçok öykü dosya dışında kaldı. Bir de yayımlanma süreçleri eklenince okurla buluşmak uzun zaman aldı maalesef. Önceki kitaplardan farklı ne yapabilirim, evrensel bir bakış yakalayabiliyor muyum, daha çarpıcı ve düşündürücü öyküler yazabilir miyim, derken dört yıl olmuş, evet…

’Ama’sı olmayan bir dil kullanmışsınız öykülerinizde. Gerçeği olduğu gibi anlatan, eğmeden bükmeden… Neden fantastik dünyalar değil de bu gerçekler? Ayrıca, karakter seçimlerinize de değinmek istiyorum. Beyaz yakalılar, sosyete/eğlence dünyasından renkli simalar değil, toplumun alt tabakasından, üçüncü sayfa haberlerinden fırlamış karakterleri tercih etmişsiniz.

Bunlar çok önemli ayrıntılar gerçekten. Öncelikle teşekkür ederim, dikkatiniz için. Çocukların dünyası öykü türü için bana çok elverişli geliyor, öykünün çarpıcılığının altında yatan saflık, çocukların dünyasında öylesine doğal haliyle var ki. En büyük neden bu olsa gerek. Bu saflık zaman zaman insanın en ilkel yanına dayanıyor ve çok keskin bir çatışma yaratıyor. Bu çatışma biz yazarların üstünde çok düşünmesi gereken iyi-kötü, bilinç-bilinç dışı, birey-toplum, birey-aile gibi ikilemlerin ya da karşıtlıkların dünyasına kısa yoldan girmemizi sağlıyor. Çocukların bakış açısını bilinçli olarak seçmesem de sonradan üstünde düşününce çocukların beni neden çağırdığını anlamış oldum.

Yoksul insanların dünyasına daha yakınım belki. Öncelikle sınıfsal bir durum tabii ki. Tanıdığım bildiğim insanlar arasında çok fazla zengin ya da sizin dediğiniz gibi sosyeteye ait insan yok. Belki yazarlığımın beslendiği çatışma, yoksulluğun bu insanlara dayattığı zorlukların görmezlikten gelinmesine karşı bir tavır da içeriyor. Bu konuda iddialı olmak istemem böyle bir tavrın ideolojik olduğunu da belirtmek isterim.

Bu noktada gerçeklik meselesine de değinebiliriz. Benim film tercihim ve okuduğum kitaplar içinde de fantastik türü pek yoktur. Elbette bu kişisel bir eğilim. Bunun eksikliğini de hissetmiyor değilim ama dünyada olan biten, yaşanmış ya da yaşanabilecek olan ilgimi daha çok çekiyor. Elbette çok sevdiğim Ursula Le Guin, Margeret Atwood, Tolkein, Stephen King gibi yazarlar beni o yolculuğa da çağırmıyor diyemem. Sonuçta her kurgunun kendi gerçekliği vardır. Gerçekleri kurgulamak güzel bir yorum elbette, asıl soru da bu; anlatmak istediğimiz hikâyeyi kendi gerçekliği içinde kurgulayabiliyor muyuz? Başarabildiysem ne mutlu…

►’Maske-siz’ başlığı içinden geçtiğimiz sürecin yazma eyleminize etkisini düşündürttü bana. Evlere kapanıp herkesten uzakta yaşanan süreçte edebiyat dünyasında patlama bekliyordum genel olarak. Öyle ya aranan sakinliğin içine düşmüştü eli kalem tutanlar. Peki, size etkisi ne oldu bu sürecin?

‘Maske-siz’ pandemiden önce yazılan bir öykü. Pandemi dönemine ait öykü aslındaBir Isırık Dahaadlı öyküm. Bizim günlük hayatlarımıza maske bu şekliyle girmeden çok önce yazılmış bir öyküMaske-siz›. Bunu söyleme fırsatını bulmak çok iyi oldu. Maske, metaforik olarak da insanlığın ilkel dönemlerinden beri kullandığı somut bir nesne olarak da çok ilgimi çeker. Bir de freudyen bir bakışla yaklaşırsak çok katmanlı bir anlatı imkânı sağlıyor. Elbette yaşadığımız salgın dönemi bambaşka bir işlev kazandırdı maskeye. Edebiyatımızda da etkileri görülecektir zamanla. Ben sıcağı sıcağına bir öyküyle yetindim şimdilik.
Pandemi öncesinde çok yoğun çalışıyordum, bu anlamda evde olmak dinlendirici oldu ama süreç elbette çok bunaltıcıydı. Genel olarak evi çok seven bir insan olduğum için evde olmak değil de özgür olamamak zordu diyebilirim. Bir de elbette hastalık tehdidi fark etsek de etmesek de psikolojik olarak yıpratıcıydı. Sosyal hayatını sürdürememek, yalıtılmışlık duygusu elbette zorlayıcı oldu. Bizim derslerimiz zaten devam etti biliyorsunuz. Yani evdeydik ama evdeki tempo da yorucu bir hal aldı çünkü çalışıyorduk aslında.

►’Kardeş Payı’ ve ‘Dijvar’ın Ağlaması’nda finalde nefesimin kesildiğini hissettim adeta. Güzel bir filmin son vuruşu yapan sahnesi gibiydi. Hani olur ya sinemadan çıkan izleyicilerin tamamı film üzerine hep o sahneyi konuşur. Siz neler söylersiniz bu konuda?

Çok mutlu oluyorum bunları sizler gibi değerli öykü okurlarından duyunca. Ben yaratıcı yazarlık derslerimde hep öykünün okuru sarması gerektiğini ve okurda bir iz bırakması gerektiğini söylerim. Bunu başarabildiysem bu beni çok sevindirir. Çünkü çok öykü yazılıyor, çok öykü kitabı yayımlanıyor ama kitabı okuyup bitirdiğinizde aynı yemekten üst üste yemişsiniz gibi kalkıyorsanız masadan, orda yaratıcılık yok demektir. Keşke hep böyle öyküler yazabilsem…