Google Play Store
App Store

Yoksunluk çok katmanlı bir deneyim. Ancak her deneyimde olduğu gibi çocuklukta yaşanan yoksunluk yaşamın diğer evrelerine oranla daha yaralayıcı olabiliyor.

Yoksunluğun gölgesinde var olma uğraşı
Fotoğraf: Depo Photos

Büşra KÜÇÜK

Dünya üzerinde onca anne baba varken nasıl olur da sizin anneniz ölür? Yeryüzünde bu kadar zenginlik varken neden sizin ayakkabı alacak paranız olmaz? Hayatta böylesine mutluluklar varken niçin sizin yüzünüz gülmez? Çok fazla insanın sevgilisi varken neden sizi hakkıyla seven bir Allah’ın kulu bulunmaz! Bu soruları çoğaltabilirim. Çoğalttıkça canımız sıkılır. Yoksunluk ile adaletsizlik duygusu yol arkadaşıdır. ‘Neden ben?’ sorusu hayatınızın en önemli parçası olur. Belki de ömrünüzü adaletsizliğe verdiğiniz cevaplarla inşa edersiniz. Fakat yoksunluğa eşlik eden tek duygu adaletsizlik değil.

Hayatın sana sunmadığı ama senin hayata inatla sunmaya çalıştığın hediyelerin var. Hayat kayıtsız, görmezden geliyor, ne seninle ne de verdiklerinle muhatap olmuyor. Bu uzadıkça uzayan var olamamak yolunda bir noktada öyle yoruluyor öyle doluyorsun ki kendini var etmek ruhsal bir parçalanmaya dönüyor. Sanki incecik bir damarla kendine tutunmaya, kendini tutmaya çalışıyorsun. Bu yolda hassaslaşan sen eksiğine rağmen/eksiğinle var olmak için bazen hoyratlaşıyor, kırıp döküyorsun. Eksiğini reddediyor, onun dayattığı zorluğu sen de üstüne almak istemiyorsun. Bazen bir şeyler “yaparak” tamamlanacağın kanısına varıyorsun. Yaptıkların görülmezse “olmamış” hissediyorsun. Yalnızca var olmak sana yetmiyor, hep daha fazlası olmak zorunda hissediyorsun. Çünkü en baştan yoksun, yoksul, eksik olduğun bilgisi peşini bırakmıyor. Bu döngü böyle sürüp gidiyor.

Bir şekilde yoksulluğu/yoksunluğu deneyimlemiş çocukların yetişkinliklerinde kurdukları ilişkilerde bu durumun kazandırdığı ya da miras bıraktığı başka bazı özellikler de gözüme çarpıyor. Eğer hayatınız yoksunluğun bir araya getirdiği parçalardan oluşuyorsa yaşamın sunduğu herhangi bir yeni parçayı almak, kabul etmek başka dert; aldığınızda bırakmak, ondan vazgeçmek başka! Yaşamın erken evrelerinde şefkat gösterilmemiş bir çocuk büyüdüğünde şefkat gösteren bir eşe sıkı sıkı yapışıp hiç istemediği başka özellikleri olsa da ondan ayrılamayabiliyor. Ya da tam tersi kendisine verilen sevgiyi kabul etmek, ondan şüphe etmemek mümkün olmuyor. Evet, yoksun olduğunuz her ne ise o elbette sizin için kritik bir ‘eksik’ oluyor. Çoğunlukla hayatı o eksiğin etrafında döndürüyorsunuz. Belki maddi/fiziksel eksiklerin bir çaresi var da sevgi, güven, merhamet gibi ruhsallığı besleyen temel besinlerin eksikliğine çare bulmak zor. İlişkilerde yalnızlık biraz da bunların alışverişindeki tıkanmadan kaynaklanıyor.

Yoksunluk çok katmanlı bir deneyim. Ancak her deneyimde olduğu gibi çocuklukta yaşanan yoksunluk yaşamın diğer evrelerine oranla daha yaralayıcı olabiliyor. Yoksunluğu anne bebek ilişkisinde yaşanan normal bir süreç olarak ele alabiliriz. Klein’cı açıdan bakıldığında yaşamın ilk yıllarında yoksunluk yaşamamış bir kimse olduğunu söylemek güç. İlerleyen yıllarda kurulan ilişkiler biraz da bu yoksunlukla nasıl baş edildiğine bağlı olarak şekilleniyor. Bebek annesiyle kurduğu ilişkide yeterli beslense de beslenmese de bulunduğu konum dolaysıyla –bilinmeyen bir dünyaya doğmuş olmak- kaygılıdır. Bu kaygıyı tam manasıyla yok etmek, tam bir doyum sağlamak olanaksızdır. Ki zaten karşılanmamış arzular sandığımız kadar korkunç olmayabilir. “Çatışma (ve çatışmanın üstesinden gelme ihtiyacı) yaratıcılığın en temel öğelerindendir” diyor bir yerde. Bu demek oluyor ki bebeğin kişiliğini geliştirmesi için ihtiyacı olan kaynak çatışmadır. Evet, çatışma kaygı yaratır, ancak aynı kaygı hayatta kalmak ve devam etmek için güç verir. Dolayısıyla kaygıyı birtakım kimyasallarla, ilaçla ya da başka yöntemlerle kısa yoldan ortadan kaldırmak aynı zamanda yaratıcı gücü ve gelişimi de engellemek anlamına gelebilir.

Bebeğe kaygısız bir dünya yaratmak imkânsız olabilir evet, fakat yoğun kaygıyla yoğrulmuş yokluk da bir tekinsizlik yaratıyor. Ve devamında güven/sizlik, suçluluk, haset döngüsü… Bir çocuk olarak bu adaletsiz dünyada bundan böyle her şeyin senin yoksunluğunu giderecek biçimde şekillenmesini bekliyorsun, kişileri, olayları, yaşantıları iyi ve kötü olarak bölüyor, affedicilikten uzak oluyorsun. Sevgin parçalı ve kesik kesik oluyor yani bütünüyle kabul edemiyorsun. Arkadaşlık ilişkilerinde sürekli idealleştirmelere ihtiyaç duyuyorsun çünkü birini sevebilmek için onun ‘ideal’ olması gerekiyor. Bunun karşılanması imkânsız olduğundan sürdürülebilir ilişkiler geliştirmek güçleşiyor. Sevgi de bir çeşit tapınmaya dönüyor. İlişkide ya kendini diğerinin varlığından korumak zorunda hissediyorsun ya da senden mükemmel olana tapınmak zorunda. Ve yetişkinlikte de bu süreç benzer şekilde işlemeye devam ediyor.

Velhasıl yoksunluk sandığımızdan daha şiddetli bir etkiye sahip. İnsanda ciddi tahribatlar yaratabiliyor. Ve oluşan hasar büyümeye, gelişmeye fırsat vermiyor. Ondan kaçtığımızı sandığımızda da hasetten kaçamayabiliyoruz.

Bana kalırsa yoksunlukla büyüyeni bekleyen en büyük tehlike de kendisini sevmekten yoksun bırakmasıdır. Bir ömür sürse bile sevme uğraşını bırakmamak gerek. İnsan kendisinden sakınılan önüne çıktığında ne yapacağını bilemez ya, tanımıyordur onu. Sevmenin bir uğraş olması işte tam bu bilmemezlikle ilgili. Hâlbuki uğraşırsam, cesaret edersem, deneyim alanımın dışına çıkmayı göze alırsam anlarım. Sadece anlamam, tadına varırım. ‘Ben böyleyim!’ tarzı kestirip atmalarla değil, ‘Ben gerçekten neyim, neye ihtiyacım var, neyi özlüyor ve arıyorum, nereden kırılıyor ve nasıl hoyratlaşabiliyorum, sevebilmek için hangi geçmiş yolları yeniden arşınlamayı göze alabiliyorum?’ gibi sorularla.

Şüphesiz insanın hayattaki doyumu, sevmek için göze alabildiği çabalar kadardır. Yokluğu deneyimleyip bunu yaşamınızı zenginleştiren bir varlığa çevirebiliyorsanız –bu oldukça sancılı bir süreç olsa da- ne mutlu size… Yazarak, okuyarak, dinleyerek, görerek… Yokluk içinde kıvranmayı da varlık içinde sefayı da kabul ederek… Yaşayarak! Nasıl isterseniz öyle…