Günlüğe Düşen Notlar" yoluna devam ediyor. Şimdi kalkıp da, herhangi bir sıkıntı yaşanmadı, olan biten teknik düzenlemeden ibaretti, demek inandırıcı gelmeyeceği gibi, epeydir internet üzerinden sürüp giden tartışmalarda duygu ve düşünce bildiriminde...

Günlüğe Düşen Notlar" yoluna devam ediyor. Şimdi kalkıp da, herhangi bir sıkıntı yaşanmadı, olan biten teknik düzenlemeden ibaretti, demek inandırıcı gelmeyeceği gibi, epeydir internet üzerinden sürüp giden tartışmalarda duygu ve düşünce bildiriminde bulunan arkadaşlara karşı da saygısızlık olacaktır.

Yaşanan soruna dair bir çift laf söyleme hakkımın olduğunu düşünüyorum. Neyin, nasıl yaşandığından ziyade, köşenin for-matını ve böyle bir köşeyi yapmaktaki amacı bilcümle ahaliye hatırlatmakla yetineceğim. Bunu yaparken de, köşenin üst tarafında adımın yazılıyor olmasının anlamı üzerinde duracağım.

Yazmama kararı almıştım, şimdi ise bu kararımı değiştiriyorum. Yazmama kararı aldıktan sonra ÖDP iletişime attığım mailde şunları söylemiştim: "Ben gazetenin yazarı değil, burada öyküsünü okuduğumuz insanların arkadaşıyım; köşenin başına gelenleri, kendimle ilgili algılamıyorum."

Bu nedenle, arkadaşlarımızın o güzelim hatıralarının aşkına bu uğraşı sürdürme mecburiyetinden kaçamadım. Çünkü biliyorum ki burada yazılanlar ne benim, ne de bir başkasının nam-ı hesabına dahil edilecektir.

Özlem ve vefa bu köşenin belirleyicisi olacaktı; bunu az biraz da olsa başardığımıza inanıyorum.

Oğuzhan Müftüoğlu'yla karar vermiştik böyle bir köşe yapmaya. Dolayısıyla, Oğuz Abi'nin en az benim kadar söz ve karar hakkı vardı. "Devam edelim" dedi. Melih Pek-demir'den aldığım tatlı mesaj ise açıkçası kararımda etkili oldu. Ne yaparsınız, emir büyük yerden!

Bundan sonra ne olması gerektiğine geçmeden, çok bilinen karınca öyküsünü hatırlatacağım: Milyonlarca karınca bir uçurumun kenarına gelir, karşıya geçmek zorundadır. Uçuruma ilk girenler ölür, sonra girenler ise ölenlerin üzerine basarak karşıya geçer. Burada, uçuruma ilk giren karıncaların öyküsünü yazmaya çalışıyorum. Şimdi herkes şunu bilmeli: Eğer bugün buradaysak, eğer tesadüfen uçuruma ilk giren karıncalardan değil de, karşıya geçenlerden birisi olduysak, üzerine bastığımız karıncalar sayesindedir.

Bugün 'Günlüğe Düşen Notlar'ı bir başka arkadaşa bırakıyorum. Ethem Dinçer'in bu yazısı ÖDP iletişimde gözüme çarptı. Orada kalmaması gerekiyordu. Hepimizin ortak tarihi bu. Bu köşe de böyle olmalı. Köşenin formatına uygun her türlü yazıya burada yer verebiliriz.

Gazetenin okuyucuyla sıcak iletişim kurduğu Duvar Gazetesi'ne duyulan ihtiyacı Günlüğe Düşen Notlar'da bir nebze olsa da karşılayabiliriz. Bu, hem bir başka işi olan beni rahatlatabilir hem köşenin asli amacı olan isimsiz kahramanları, öykümüzün gerçek sahiplerini tanıma fırsatı yaratabilir hem de içeriğini zenginleştirebiliriz. Günlerdir köşenin devamı ve Duvar Gazete-si'nin yeniden başlaması yönünde görüş bildiren arkadaşlar, iş başına! Günlüğe Düşen Notlar, bundan sonra aksarsa, ya benim tembelliğimden ya gerçekten teknik bir sorundan ya da sizlerin bu çağrıyı duymazlıktan gelmenizden olacaktır.

AYAKKABI SAHİBİNİ TANIYOR MUSUN?

Sözünü ettiğimiz basit bir ayakkabı değil! Top oynarken yırttığınız, babanızdan "daha yeni almıştık, ne çabuk eskidi" fırçasını yediğiniz ayakkabı değil bu. Yüksek topuklarla yerden yükseldiğiniz, ters bir hareketle kırılıp sizi yarı yolda bırakan ayakkabı da değil. Yağmurda ıslanınca su alan, iliklerinize kadar sizi üşüten, sokağa giyilecek hali kalmayan ayakkabınızdan da söz etmiyoruz. Kimsenin bilmediği sokaklarda aşındırdığınız, bayram hediyesi çocukluk ayakkabınız da değil sözünü ettiğimiz! Ayaklarınızı, o zarif parmaklarınızı herkese hayran bırakacak kadar güzel gösteren bir sandaletten söz ediyor olsaydık belki daha kolay olacaktı işimiz! Avukatlarına "beni aniden getirdiler, ayakkabılarımı giyemedim, babam eşyalarımı alırken ayağımdaki lastikleri görünce üzülür, söyleyin ona, ayakkabım vardı ama giyemedim" diyen Hüseyin İnan da değil bu ayakkabıların sahibi!

"Bu ayakkabının sahibini tanıyor musun?" Sert bir tokat gibi kulağınızda patlayan "Komiser Hanefi'nin" sesidir bu! "Bu ayakkabının sahibini tanıyor musun?" Senin yanıtına gerek kalmaz!

Soru değil tehdittir zaten bu! "Ali Uygur'un ayakkabısı bunlar, kendi öldü, ayakkabıları kaldı!" "Ayakkabılarının burada kalmasını istemiyorsan, Ali gibi olmak istemiyorsan konuşacaksın" derler sana! Ali'nin "yer gösterirken kaçtığını" açıklarlar sonra kamuoyuna! Kimsesizler mezarlığında bulunan işkence görmüş cesedinden sonra bile kabul etmezler Ali'yi öldürdüklerini!

Darbe yapılır, her şeyin üstüne derin bir perde çekilir, Ali derin uykularda yatar, senin insanlığmsa uykuyla uyanıklık arasında gider gelir.

Sonra... Sonra ayakkabıları anımsarsın! Her ayakkabı alışında Ali'nin ayakkabıları gelir aklına!

Ve o meşhur soru: "Bu ayakkabının sahibini tanıyor musun?"

Aradan yıllar geçmiştir.

Solcu (!) Kültür Bakanı'nız 'Türkiye'nin en namuslu bürokratı' ilan eder Komiser Hanefi'yi!

Sizinse bağırmak gelir içinizden: "Bu ayakkabının sahibini unuttunuz mu?"

"İnsanlığınızı unuttunuz mu?"