İstanbul Sözleşmesi ve diğer uluslararası insan hakları sözleşmelerine karşı çıkan aşırı sağ ve dinsel sağ akımlar, kadın haklarına ve insan haklarına karşı “aile hakları” söylemini yükseltiyorlar. Uluslararası alanda kadın haklarıyla ilgili sözleşmelere alternatif olarak, “aile hakları” konusunda uluslararası sözleşmelerin kabul edilmesini isteyen bazı aşırı sağ örgütlerin hazırladığı sözleşme taslakları ortaya çıkmaya başladı.

Yükselen neofaşizm ve kadınlar

Yasemin Özdek*

Karşı-devrimci hareketlerin ve faşist eğilimlerin güç kazandığı bir tarihsel evreden geçiyoruz. Neofaşist ve aşırı sağ hareketler birçok ülkede yükseldi, bazı ülkelerde aşırı sağ partiler ve neofaşist liderler iktidara geldi. Liberal demokrasi çöküş sürecine girdi, siyasal rejimler otoriterleşti. Seçimler yapılmaya devam etse de, parlamenter temsil, kuvvetler ayrılığı, anayasallık, bağımsız yargı gibi demokratik ilkelerin inandırıcılığının kalmadığı daha açık görünür hale geldi.

Bu gelişmeleri, 21. yüzyıl başında küresel kapitalizmin içine girdiği krizden bağımsız düşünmek elbette mümkün değil. Tıpkı klasik faşizmin 1929 krizi sonrasında yükselişe geçmesi gibi, bugün içinde yaşadığımız -1970’lerde başlayan, 2008’de derinleşen- kapitalizmin krizi de, neofaşizmin güçlendiği zemini oluşturuyor. Dünya kapitalizminin krize girdiği dönemlerde tekelci sermayenin faşist unsurlarla ittifak kurması tarihsel bir olgudur. Sol hareketlerin zayıfladığı ve gerçek bir alternatif olarak kendini topluma sunamadığı koşullarda, kitlelerin egemen politikalara tepkileri ise azımsanmayacak ölçüde neofaşist hareketlere kanalize oluyor. Bu yazıda neofaşizmin yükselişinin kadınlar açısından ne anlam ifade ettiğine değineceğim.

Aşırı sağ akımların eşitlik karşıtı, baskıcı, ayrımcı, insan hakları değerlerine düşman olduğu açıktır. Toplumu hiyerarşik ve dışlayıcı biçimde tasavvur eden bu akımlar, her tür eşitliği reddettikleri gibi, toplumsal cinsiyet eşitliğine de karşıdırlar. Tıpkı 1930’larda klasik faşizmin cinsel politikasının tarihsel olarak acı biçimde tecrübe edilmiş olması gibi, bugün de neofaşist hareketlerin ideolojik gündeminde anti-feminizm, kadın düşmanlığı ve homofobi çok önemli bir yer tutuyor; ideolojilerinin temel bir direğini oluşturuyor.[1] Erkek egemenliğini güçlendirmek, kadınların eşit yurttaşlığa dayalı 20. yüzyıl boyunca kazandığı hakları geri almak, modern ve laik yaşam içinde özgürleşen kadınları yeniden erkek cinsine tam bağımlı kılmak, neofaşist hareketlerin ideolojik-politik gündemlerinin ayrılmaz bir parçası.

20. yüzyıl boyunca kadınların eşitlik ve özgürlük mücadelesi erkek egemenliğini aşındıran bir rol oynadı, şimdi neofaşizmin gündeminde bu dönüşümü geriye çevirerek ataerkiyi restore etmek, geleneksel muhafazakâr ve katı dinsel yorumlara dayalı bir cinsiyet rejimini yeniden inşa etmek var. Mesela, son yıllarda ‘erkek hakları’, ‘baba hakları’ kavramlarının dolaşıma girmesi, ‘erkek sorunları’ üstüne konferanslar düzenleyip erkek hakları aktivizmini geliştirmeye çalışan aşırı sağ akımlarla bağlantılıdır; geleneksel ataerkil yapıda feminist mücadelenin yarattığı etkiyi ortadan kaldırmaya yöneliktir. Feminist örgütlerin ve eylemlerin yasaklanarak kadınların baskı altına alınması, toplumsal cinsiyet eğitiminin müfredattan çıkartılması, kürtaj yasakları, LGBTİ+ bireylere yönelik nefret saldırıları, birçok sağcı iktidarın son yıllarda uyguladığı ortak cinsel siyasetin somutlaşmış birkaç örneği. Bu türden kadın ve LGBTİ+ düşmanı siyasete AKP rejiminde fazlasıyla aşinayız ancak dünyada sağ otoriterliğe kayan rejimlerin tamamında bu denli benzeşen bir cinsel siyaset izlenmesinin, aşırı sağ hareketlerin uluslararası düzeyde organize olmasıyla da ilgisi var.

Birçok ülkenin aşırı sağ ve çeşitli dinsel sağ hareketleri arasında söylem ve eylem birliği var. Ulusaşırı düzeyde örgütlenip kadın ve LGBTİ+ düşmanlığında ortak tutum alıyorlar. En bariz örneklerden biri, kadınlara yönelik şiddetle mücadele amacıyla oluşturulmuş İstanbul Sözleşmesi’ne karşı aşırı sağ ve dinsel sağ hareketlerin Avrupa çapında yürüttüğü kampanyadır. Bu kampanyanın etkisiyle, Slovakya, Bulgaristan, Letonya, Litvanya, Macaristan, Ermenistan, Çekya gibi bazı ülkelerde İstanbul Sözleşmesi’ni onay süreci tamamlanmamıştır, geciktirilmektedir.[2] Polonya İstanbul Sözleşmesi’nden çekileceğini açıklamışsa da, kadınların mücadeleyi yükseltmesi çekilme sürecini durdurdu şimdilik. Hristiyan aşırı sağının başını çektiği İstanbul Sözleşmesi’ne karşı kampanyanın en hızlı sonucu Türkiye’de alındı. Bilindiği gibi, AKP iktidarı 2021’de bu sözleşmeden hukuka aykırı biçimde çekildi.

İstanbul Sözleşmesi ve diğer uluslararası insan hakları sözleşmelerine karşı çıkan aşırı sağ ve dinsel sağ akımlar, kadın haklarına ve insan haklarına karşı “aile hakları” söylemini yükseltiyorlar. Uluslararası alanda kadın haklarıyla ilgili sözleşmelere alternatif olarak, “aile hakları” konusunda uluslararası sözleşmelerin kabul edilmesini isteyen bazı aşırı sağ örgütlerin hazırladığı sözleşme taslakları ortaya çıkmaya başladı. Bir örnek, Polonyalı ultra-muhafazakâr bir enstitü olan Ordo Iuris’in hazırlayıp 2019’da BM’ye sunduğu Aile Hakları Sözleşmesi taslağıdır.[3]  Çekya, Macaristan, Polonya ve Slovakya tarafından da 2021’de aileci bir bildiri (Declaration Pro Familia) kabul edildi. Kadın haklarının üstüne “aile hakları” kavramını çıkarmaya çalışan akım, bireysel hakların altını oymaya, geleneksel ataerkil eviçi rolleri korumaya, kadın ve çocukları koca/baba otoritesine tabi kılmaya, kadına karşı şiddet yasağı yerine geleneksel aileyi koruma zorunluluğunu geçirmeyi amaçlıyor. Geleneksel ataerkil aile modelini geri getirmek, özellikle kürtajı yasaklatmak ve LGBTİ+ evliliğini önlemek için aşırı sağ ve dinsel sağ hareketlerin uluslararası çabaları 1990’ların sonlarından bu yana adım adım ilerliyor. Örneğin, ABD Hristiyan sağının bir örgütlenmesi olan Dünya Aileler Kongresi (World Congress of Families), çeşitli ülkelerden muhafazakâr dinsel liderler ve yüksek düzeyli hükümet görevlilerinin katıldığı kapalı kapılar ardındaki binlerce kişilik toplantılarına 1990’lardan bu yana devam ediyor. Zengin destekçilerce fonlanan bu türden uluslararası örgütlenmelerin günümüzde cinsiyetçiliğin, homofobinin ve geleneksel aileci ideolojinin dünyaya yayılmasında kritik bir rolü olduğu açıktır.

Hristiyan sağının liderliğinde düzenlenen uluslararası aile kongreleri gibi, İslamcı kuruluşlar da uluslararası aile kongreleri düzenliyor ve İslamcı rejimlerde cinsel politikalara dair ortak programı bu kongrelerde şekillendiriyor. İslam Dünyası STK’ları Birliği’nin düzenlediği uluslararası aile konferansları bu konuda önde gelen bir örnektir. Birliğin ilk aile konferansı 2011’de Endonezya’da, ikincisi 2015’te İstanbul’da (Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı işbirliğiyle) düzenlendi.[4] Bu faaliyetler kapsamında bir “Uluslararası Aile Sözleşmesi” taslak metni hazırlandığı ve uluslararası örgütlere sunulacağı belirtiliyor.[5] Dolayısıyla, İslam ülkeleri arasında kabul edilecek bir uluslararası aile sözleşmesinin önümüzdeki dönemde gündeme girmesi muhtemeldir. İstanbul Sözleşmesi, CEDAW gibi kadın haklarıyla ilgili Avrupa Konseyi ve Birleşmiş Milletler sözleşmelerinin İslam’ın kadın ve aile anlayışına ters düştüğünü savunan İslamcı kesimler, kendi anlayışlarına uygun bir uluslararası aile sözleşmesi oluşturma sürecinde oldukları gibi, aynı zamanda Medeni Kanun’un yerine kendi dinsel anlayışlarına uygun bir aile hukukunu geçirme çabası içindeler. 14-28 Mayıs seçimlerinden sonra AKP iktidarı bu hedefe ulaşmak için uygun bir konjonktür yakaladı. Ve geçtiğimiz günlerde Adalet Bakanı “aile hukukunu sil baştan ele alacağız”[6] açıklamasını yaptı.

AKP’nin 21 yıllık iktidarı boyunca topluma dayattığı laikliğe aykırı sistematik uygulamalar gözönüne alındığında, iktidarın aile hukukunu “sil baştan” düzenlemesinin anti-laik bir karakteri olacağı açıktır. Cemaat, tarikat ve İslamcı partilerin kadınların haklarını geriletmeye yönelik talepleri bilinmektedir: Kadını şiddete karşı koruyan 6284 sayılı yasanın kaldırılması, Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Kaldırılması Sözleşmesi’nden (CEDAW) çekilme kararı alınması, aile reisliğinin getirilmesi, nafaka hakkının kısıtlanması, ‘kadının beyanı esastır’ ilkesinin uygulanmaması, karma eğitimin kaldırılması vb. Mayıs 2023 seçimleriyle oluşan cumhuriyet tarihinin en gerici Meclisinin şimdi bu talepleri yasallaştırma olasılığı gündemdedir. İslamcı radikal akımların aile hukukunda İslami kuralların uygulanmasını istedikleri, AKP iktidarından bunu sağlamasını bekledikleri biliniyor. Zaten 21 yıllık iktidar döneminde AKP, kendi İslami anlayışına uygun bir kadın ve aile tahayyülünü pekiştirmek, cinsiyet rejimini İslamileştirmek için çok adım attı. Kamuya açıklanan Diyanet fetvaları fiili olarak geniş bir toplum kesiminde uygulanıyor. Genç nesillere katı dinsel dogmaları aşılamak için laik ve bilimsel eğitimden oldukça uzaklaşıldı. Eşler arasındaki uyuşmazlıklarda dinsel kuralların uygulanmasını mümkün kılabilecek kapalı kapılar ardındaki “arabuluculuk” mekanizmasının getirilmesi için de hazırlık yapılıyor. AKP’nin Anayasa’yı değiştirme planları, önümüzdeki dönemde bu sürecin yeni bir halkası olacak. Türkiye toplumu dinsel totaliter bir rejime sürüklenme ya da cumhuriyetten geriye kalan ilerici kazanımlara sahip çıkma arasında kritik bir eşikte duruyor.

Hristiyan sağı olsun, İslamcı olsun, dinsel aşırı sağ akımların kadın özgürlüğüne düşman bir cinsel politika temelinde uluslararası alanda organize bir şekilde hareket etmeleri, ataerkil küresel kapitalizmin yapısal dönüşümü gözardı edilerek anlaşılamaz. Kadın haklarının geriletilerek geleneksel ataerkil aileye dönüş, sermaye sınıfının çıkarlarının korunmasında birçok yönden işlevsel bir stratejidir. Her şeyden önce, sermayenin kâr oranlarını artırması kadınların çifte sömürüsünden geçer: Kadınlar bir yandan ev içi ücretsiz bakım emekleriyle, diğer yandan işgücü piyasasının en güvencesiz kesimi olarak çifte sömürüye maruz kalır. Ataerkil aile modelinde kadına verilen toplumsal rol, ev içindeki bakım işini ücretsiz emeğiyle karşılamasıdır. Bu cinsiyetçi işbölümü, emek gücünün yeniden üretimini sermaye için maliyetsiz hale getirirken, bedelini kadınlar bedava emekleriyle ödemektedir. Neoliberal politikaların uygulamaya girmesiyle, kadınların yaşadığı çifte sömürü zaten derinleşmiş, sosyal devletin tasfiyesinin sonucu kadınların evde bakım emeklerinin yoğunlaşması olmuş, diğer yandan aileci politikalar kadınların eve dönüşünü teşvik ederek ücretli bir erkeğe olan bağımlılığını artırmıştır. Günümüzde uygulamaya giren daha çok doğum, daha çok çocuk politikası ise, yedek işçi ordusunu büyütme açısından sermaye yararına önemli işlev görmektedir; genç işgücü arzının artırılmasını sağlamakta, dolayısıyla emek piyasasında rekabet yoluyla ücretlerin aşağı çekilmesini ve emeğin değersizleşmesini garantiye almaktadır. Kapitalizmin tarihinde de günümüzdeki gibi doğum oranlarının düştüğü dönemlerde, doğum hızını artırmak için daha çok çocuğu teşvik eden doğum yanlısı politikalar ve kürtaj yasakları devreye girmiş, artı-nüfus fazlalaştırılarak emeğin değer kazanması önlenmiştir. Bugün otoriter hükümetlerin nüfusun yaşlanması nedeniyle ortaya çıkan “nüfus krizi”ne kadın bedeninin kontrolü üzerinden bulduğu çözüm, kapitalizme özgü bu nüfus yasasıdır. Ayrıca, emperyalist savaşlar ve 21. yüzyıldaki askerileşmiş birikim rejimi, kadınların “vatan” uğruna feda edilecek hayatları dünyaya getirip yetiştirmelerini gerektirmektedir, tıpkı milliyetçi ve faşist söylemde kadınların rolünün “millete asker yetiştirmek” biçiminde sunulmasından anlaşıldığı gibi. Kadının bedenini araçsallaştırarak kontrol altına alan, emeğini sömüren, özgürlüğünü elinden alan ataerkil kapitalist sisteme rıza üreten işlevi nedeniyle dinsel inanca dayalı ideolojilerin egemen sınıflar açısından vazgeçilmez önem taşıdığı açıktır.

21. yüzyılda cinsiyete dayalı işbölümü yeniden güçlendirilirken kadınlara biçilen toplumsal rolün, 1930’larda faşizmin kadınlara biçtiği rolle (Nazi propagandasındaki biçimiyle, “Kinder, Küche, Kirche”/çocuklar, mutfak, kilise) benzerliği dikkat çekicidir. Feminizmin birinci dalgasının kazandığı reformları, 1930’larda faşizmin karşı-devrimci tepkisi takip etmiş, feminist ilk dalganın sarstığı geleneksel cinsiyetçi işbölümü 1930’larda faşizm eliyle geri getirilmiştir. Günümüzde erkek egemenliğini güçlendirmeye yönelik politikalar da, kadınların 20. yüzyıl boyunca devrimlerle, büyük sosyal ve siyasal mücadelelerle elde ettiği kazanımları hedef alan karşı-devrimci bir tepkidir. Neofaşizmin ateş hattında olmaları, kadınların özgürlük mücadelesini nesnel koşullarda anti-faşist mücadelenin öncü hareketi haline getiriyor. Yaşadığımız topraklarda laiklik mücadelesiyle iç içe geçen anti-faşist mücadele, tüm demokrasi cephesinin seferberliğini gerektiriyor.


* Hukukçu, Prof. Dr.

[1] Örneğin bkz. P. Hermansson, D. Lawrence, J. Mulhall, S. Murdoch, Uluslararası Alternatif Sağ, (çev. E. Genç), İletişim, 2023, s. 245 vd.

[2] The Advocates for Human Rights, A Rollback for Human Rights: The Istanbul Convention under Attack, 2021, s. 4.

[3] Bkz. https://en.ordoiuris.pl/convention-rights-family (E.T. 15.09.2023).

[4] https://www.idsb.org/uluslararasi-aile-enstitusu (E.T. 15.09.2023).

[5] İDSB 2019-2020 Faaliyet Raporu, s. 10. (https://www.idsb.org/yayinlarimiz, E.T. 15.09.2023).

[6] “Adalet Bakanı Tunç, nafaka hakkını hedef aldı: Aile hukukunu sil baştan ele alacağız”, Birgün, 31.08.2023.