Görüyor musun ufaklık diyorum; “yüzyılın düğünü!” diyorlar buna.

Görüyor musun ufaklık diyorum; “yüzyılın düğünü!” diyorlar buna. “Neden?” diye soruyor, “Başka düğün olmamış mı?”  “Çok zengin, görkemli olunca böyle deniyor. Bu sözünü unutma da şimdi önce bakalım...”  “Ay gene, bilgi ağacı çıkacak içimde!” Onun her dediğine takılırsam yandım:  “Monarşi, tek erklik demek. Kral, imparator, şah, padişah, prens, emir gibi, bir hükümdarın devlet başkanı olduğu yönetim biçimi. Sonradan, birçok ülkede toplumsal ve siyasal gelişim, özellikle 18. yy. sonların¬da, yeni bir tür monarşinin doğmasına yol açıyor. Tek Şef’in yetkileri, yazılı bir Anayasa ile sınırlanıyor. Bu monarşi genellikle “parlamenter” ve demokrasiye yakın olabiliyor: Kral devletin simgesi olarak kalıyor, ancak yürütme yetkisini hükümete bırakıyor; hükümet de halk tarafından seçilmiş bir millet meclisinin kararlarına uyma¬ya zorunlu.  Hollanda, Danimarka, İngiltere, Japonya, İsveç ve Belçika’da durum böyle. Avrupa'da mutlakıyetçi kraliyet rejiminden parlamentarizme geçiş, İngiltere’de başlamış. Bilgiler böyle. İngiltere, 1800’lerin başında dünyanın en büyüğü. Sanayi devrimini tamamlamış, ticaretini artırmak amacıyla dünya pazarlarını ele geçirmiş. Sömürgeleri ile sınırları o kadar geniş ki, “topraklarında güneşin batmadığı ülke” deniliyor. “Nasıl yani?” diye hemen araya giriyor bizimki: “Güneş nasıl batmazmış?”   “Ha, bunu anlamamız için biraz coğrafya…”   “Hayda, canım ders üzerine ders…”   Bilgisayar olmasa yanmışım;  “Geçmiş yıllarda dünyada İngiltere ve sömürgeleri” diye tıklıyor ve hemen açıyorum dünya haritasını.  “Kırmızılarla olanlar ne?” diye soruyor.  “İngilizlerin ele geçirmiş oldukları yerler!” diyorum. “Ayy, şu kan rengi minicik ada esas kendi yerleri değil mi?”  “Ama diğerleri kocaman. O yüzölçümüne bakıp aldanma, sen o kan rengini izle, nasıl yayılıyor… Avustralya’dan Kanada’ya, Afrika’da da şöyle boydan boya…”  “Güneşi söyleyecektin?”  “Söyleyeyim. Bak şurası tee doğu, şurası tee batı…”  “Eee?”  “Ee-si, bir sömürgesinde güneş battığında, diğer sömürgesinde güneş doğmuş oluyor zaten. Bu da demektir ki: güneş hiç batmıyor! Bakalım şimdiye. Çoğunu yitirmiş görünse de yine idare eder. Okuyalım şunu: “İngiltere'nin, bugün hala dünyanın büyük bir bölümüne yayılmış olan sömürge eyaletleri vardır. Bu eyaletler…”  Bizimki tek tek sayıyor: “Bir, iki, üç… Ooo, 20 tane!”
“İşte yüzyılın düğününü yapan İngiltere. Tüm basın sabah öğle akşam bunu konuşuyor, yazıyor, gösteriyor. Masalın gerçeğe dönüşmesi, olmazın oluru var; “sizin de başınıza talih kuşu konabilir” diye. Sanki soyluların değil de halkın düğünü ayakları  (Kraliyet ailesine sizden biri girebildiğine göre)  Ülkede öğrenciler harçlarını yatırmadıkları için sokaklardayken, kızımız tüm harçlara bedel en pahalı bir okuldan, üst sınıf aileden biri oysa.  Bu süslü, gösterişli görüntülerin başka ayakları da var: tüketim toplumu; 600 milyon pound gelir beklentisi; turizm, düğünün yapıldığı yer(lere) düzenlenecek paket turlar, 6000 sokak eğlencesi, meyhaneler, “kim kimi neresinden öpecek” diye bahisler, konuşulacak şapkalar giysiler, uzay bile işin içinde: Astronotlardan mutluluk bildirisi… Gündemin kendisi, tam bir tanıtım çalışımı(kampanyası). “Bize ne!” desen de boş, Türkiye de bir mutlu bir mutlu, bir ilgili ki bu düğüne, sorma gitsin!  Bu arada kaynayıp gidiyor, Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü (OECD)’nün, “Bir Bakışta Toplum” başlık altında yayınladığı yazanak (rapor)... OECD'nin otuz ülkesini kapsayan bu yazanağında Türkiye ile ilgili şu saptamalar yer almış: En yüksek gelir eşitsizliğine sahip ülkeler; Şili, Meksika ve Türkiye... En düşük istihdam oranına sahip ülke; Türkiye... İşsizlikte ikinci ülke; Türkiye... Yoksullukta üçüncü ülke; Türkiye... Çocuk eğitimine devlet kaynaklarından en az parayı harcayan ülke; Türkiye... Kadınların doğurganlık oranının en yüksek olduğu ülke; Türkiye... Bebek ölümlerinde birinci ülke; Türkiye... İnsanlarının en kısa ömürlü oldukları ülke; Türkiye... Oh, biz daha oynanıp duralım elin düğününe!”
 “Sende her şeye takıntı var!”diyor bizim ufaklık ve ekliyor: Sen de öyle uzun yaşamazsın bu gidişle…”